21 Eylül 2008 Pazar

Gavs S.AbdulHakim (ks) den Sohbetler-5

İnsan âhlaken güzel olmalı, kimseyi incitmemeli, hiçbir şey ondan taciz olmamalı. İnsan halim olmalı, sabırlı olmalı.
Gavs (K.S.A), sohbetlerinde, insan aynen bir köprü gibi olmalı, buyurdu. Nasıl ki, herkes, iyi, kötü, zalim, fena bütün millet gelir, köprüden geçer de, o hiç ses çıkarmadan daralmadan hepsinin geçmesine müsaade ederse, insan da işte bu köprü misâli, herkesle iyi geçinmeli, muhatabı ister zalim, ister münafık, ister hırsız, isterse fâsık olsun idare edip iyi geçinmelidir.
İnsan her zaman hüzünlü ve Rabbü’l-Âlemin’i tefekkür edenlerden olmalı, Allah’ın azametini, büyüklüğünü düşünmeli, dağlara, semalara, insanlara bakarak her şeyden, baktığı her eşyadan Allah’ın azmetini büyüklüğünü, hikmetini anlamaya çalışmalı ki Rabbü’l-Âlemin’in büyüklüğünü idrak ederek ona göre hareket etsin.
İnsan mahzun olmalı, çok ağlayıp az gülenlerden olmaya çalışmalı, Nitekim Âyet-i Kerimede öyle buyurulmuştur.
(Az gülsünler ve çok ağlasınlar) (Tövbe : 82)
Peygamber (A.S.V) asla kahkaha ile gülmezdi. Sadece tebessüm ederdi. İşte insan da böyle olmalı. Keyf ehli ve dünyaya aşıklardan olmamalı. Keyf ehli olanlarda, dünyaya aşk ve muhabbet besleyenlerde Allah korkusu az olur. Onlar bu dünya hayatı içinde aynen sarhoşa benzerler. Allah azâbının korkusu onlarda yoktur.
Allah dostları daima Allah’ın azametini, tefekkür edici, mahzun, hikmet ehli kimselerdir. Allah yolu fakirlikte, abdallıkla, nefsini küçük görmekle elde edilir. Dünya ise bilâkis atılgan olmakla, dilli olmakla, alış-verişçi olmakla, kandırma, hile hud’a bilmekle elde edilir. Allah yolunda ise, tam aksine insan ne kadar fakir olsa, ne kadar halim olsa, ne kadar mahzun, abdal ve zavallı olsa o kadar muvaffak olur. Allah’ın yanında kıymeti olup Rabbinin sevgisini kazanır. Rabbü’l-Âlemin fakirlerle miskinlerle beraberdir. Rabbü’l-Âlemin kendini beğenmiş, zorba, zalim olan bahtsızlardan hoşlanmaz.
İnsan ne kadar fakir, ne kadar abdal, ne kadar nefsini yenmiş ve vücudunu zail etmişse Rabbü’l-Âlemin’in yanında o kadar makbul, o kadar sevgili olur.
Zaman zaman Allah dostlarını deliye benzetenler olur. Bilmeyenler onları gördüklerinde deli sanırlar, çünkü onlar dünya ef’alinden anlamaz, dünya işleriyle ilgilenmezler. Dünyanın hile ve hud’asından haberleri bulunmaz. Zulüm ve hakaretle işleri yoktur onların. Daima deliler gibi düşünceli olduklarından bilmeyenler onları deli sanırlar. Dünyaya muhabbetle bağlı olup perestiş edenler onların lâkayt halini, dünya kazanç ve çalışmalarına ilgisizliklerini gördükçe onlara deli gözüyle bakarlar.
Halbuki Allah yolu fakirlik ve tevazuyla kazanılır, suyun yüksek yere akmadığı daima aşağılara doğru çukur yerlere akıp oraları doldurduğu gibi, Allah yolu da fakirlik ve yoklukla kazanılır. (Kendini böyle bilmekle. Her şey Allah’ındır.)
Her kim ki nefsini öldürmüş, benliğinden sıyrılmışsa, o Allah’ın yanında makbul olmuş ve Rabbü’l-Âlemin tarafından sevilmiştir.
Nakşîbendi sâdâtı da hep böyleydi, fakir olup nefsini öldürerek (1) vücudunu ortadan kaldırmış olanlar hep sâdâtın nisbetini toplamışlardı.
Şâh-ı Hazne de öyleydi. Hazretin hulefası içinde zâhiren en edna olanı oydu. Halife olduğunu kimse bilmezdi. Hattâ âlim olduğunu bile herkes bilmezdi. Ancak eskiden onu tanıyanlar molla olduğunu bilirlerdi. Fakat halife olduğunu bilen bindebir bile yoktu. Ancak havaslar bilirdi halife olduğunu. Çünkü nefsini zebûn etmiş, benliğinden sıyrılmıştı. Abdaldı, halifelerin yanına gitmez, onların cemaatlarında bulunmazdı. Sâliklerin içine girmez, her zaman sofilerin (2) içinde bulunurdu. Rabbü’l-Âlemin’e karşı bir yokluk haleti içindeydi, nefsini yenmiş, benliğini atmış, fakir hal, hulafanın içinde zahiren en edna olanı olduğu halde ahlâken de en mütekâmil olanı oydu. Onun içindir ki Rabbü’l-Âlemin onu o kadar yükseltmişti; etrafına o kadar adam toplanmıştı ki çevresi aynen haşır gibi, aynen kıyamet gibi olurdu. Rabbü’l-Âlemin onun huyunun ve ahlâkını sevdiği içindir ki onu dost edindi. Onu dünyada da âhirette de âli kıldı. Gavs’de (K.S.A) öyleydi, aynı yoldaydı, Şâh-ı Hazne’nin hülefası arasında zahiren en edna olanı Gavs’dı. O da hep sofilerin yanına gider, onların sohbetlerinde oturur, onlarla beraber bulunurdu. Çünkü biliyordu ki sofilerin ihlâs ve teslimiyetleri çoktur. Muhabbet ve aşkları fazladır. Halbuki mollaların öyle değil. Mollalar âlim oldukları için, çabuk çabuk teslim olmazlar, nefisleri vücud bulduğu için kolay kolay sâdâtın örtüsü altına girmezler. İlla amel yapıp eziyet görmesi lâzımdır. Sofiler gibi mollalarda hemencecik muhabbet ve ihlâs meydana gelmez. Evvelâ takip ederler, Şeriata bağlı olup olmadıklarına bakarlar. Devamlı olarak bir müfettiş gibi üstadlarının etrafında dolaşıp teftiş ederler. Ancak zamanla yavaş, yavaş teslim olurlar, fakat teslimiyetleri sağlam olur; öyle kolay kolay bozulmaz. Ama cahilin öyle değil; o körü körüne teslim olduğundan, el tutar tutmaz muhabbet ve ihlâs beslediğinden zamanla gevşer, cahilâne olduğu için çabuk terakki ettikleri halde sebat edemezler. Bu işe emek verip zahmet çekmiş değiller mollalar gibi. Nasıl ki insan yerde bir mal görse onun pek tasasında olamaz. Ama o malı eza ve cefa çekerek kazanmış ise mal, gözünde çok kıymetli olur, çok tatlı olur. İşte Gavs da (K.S) sofilerin muhabbetlerinden, istifadelerinden dolayı hep onların yanına giderdi. Derdi ki ben sofilerden çok istifade ettim. Sofilerden ettiğim istifadeyi Şâh-ı Hazne’den etmedim. Onlarla bulundukça muhabbet, teslimiyet ve aşklarını gördükçe benimki de artırıyor, diyordu. Şâh-ı Hazne bir gün halifelerinden molla Muhammedi Arisiye sordu : Molla Abdulhakimi nasıl görüyorsun? Emek vermeye değer mi ki emek verelim? Molla Muhammed Şeyh daha iyi bilir ama bana sorarsan gevşektir. Emek vermeye gelmez, derim, dedi. Bu cevaptan Şâh-ı Hazne müteessir oldu, rengi kızardı, canı sıkıldı. Molla İbrahim’e dönerek sen ne diyorsun, diye sordu. Molla İbrahim, kurban bana sorarsan Molla Abdülhakime ne kadar emek verilirse değer, derim, dedi. Bu cevap Şâh-ı Hazne’nin hoşuna gitti, rengi açıldı, keyfi yerine geldi, neşelendi. Molla Muhammed’e seni çocuklarımın hocası olduğun için bağışladım. Onların hatırına verdim. Sen git, onlara kurban ol, dedi.
Gavs, zâhiren Şâh-ı Hazne’nin orada en edna olanı idi. Sâliklerle bulunmaz. Daima sofilerin içine gider, onlara hizmet ederdi. Kimse de ona kıymet vermezdi. Lâkin Şâh-ı Hazne ondaki cevheri bilir, onu iyi tanırdı. Gavs âlimlerle oturmaz, onlarla yemek yemez, sofilerle oturur, onlarla yemek yer, onlarla görüşürdü. Herkes de onu bir sofi olarak bilirdi. Hulefadan olduğunu bilmezlerdi. Yemeklerini hep sofilerindekinden yerdi. Gerçi mollalarla sofilerin yemeği aynı idi ama ayrı ayrı çıkardı.
Şâh-ı Hazne’nin halifesi Molla Salih’in oğlu anlatıyor, diyor ki: “Şâh-ı Hazne’yi ziyarete gitmiştim. Evden çıkmasını bekliyordum. Çıkınca gittim, ziyaret ettim ve duâsını rica ettim. Bana uzakta duran Gavs’i gösterdi. Git, ona şöyle; hem bana, hem de sana duâ etsin, dedi. İşte Gavs’ın değeri Şâh-ı Hazne’nin yanında böyleydi.
Gavs anlatıyor, diyor ki bir ara Şâh-ı Hazne bana hiç iltifat etmez oldu. Öyle oldu ki iltifatlarına hasret kaldım. Yirmi – otuz gün kaldım orada, benimle ancak bir veya iki sefer konuştu. Ben de çok merak ediyorum. Şeytan gelip vesvese vermeye başladı. Bir ara Şâh-ı Hazne sohbet edip dedi ki: “Zâhire itikat eden zâhirden bekleyen maneviyattan alamaz. Maneviyata itikat eden zahirden alamaz.” Bu sohbet üzerine vesvesem zail oldu, kalmadı. Daha sonra iltifatlarına mahzar oldum. Hatta bir ara bana Cami’e geldiğin zaman benden uzak durma, daima arkamda ve yakınımda bulun, dedi. Bir seferinde de çağırıp benden uzak durma, hep karşımda dur, dedi. Gavs (K.S.A) devamla : “Anladım ki karşısında durup nazarlarını üzerimde toplamak istiyor. Ben de ondan sonra safta arkasında ve her zaman tam karşısında bulundum” buyuruyor.
Onların nazarları sohbetten daha faydalıdır. Meselâ Gavs-ı Hizanî manevi tasarruflarını nazarıyla yapardı. Çok az sohbet ederdi. Camisinde üç – beşyüz hatta bin kişi toplandığı olur. Gavs-ı Hizanî (K.S.A) gelir, yarım saat, kırkbeş dakika veya bir saat oturur. Sonra hiç sohbet etmeden namazını kılar, giderdi. Bazı zamanlar camiden çıt diye ses çıkmazdı. Herkes sâkin ve sessiz otururdu. Kimse bilmezdi ki camide adam vardır. Bazı zamanlarda bir acaib cezbe ve hareket meydana gelirdi. Hazret de öyleydi. Bazı kereler çok sohbet eder, sohbetleri deniz dalgaları gibi ardı ardına gelirdi bazen da öylece sükût ederdi. Namaz kılana kadar sessizce otururdu.
Bu Nakşîbendi Tarikatı bana biçilmez bir tariktir. Kıymet biçilmez bir inci tanesidir. Maalesef insan kıymetini bilmiyor. Eğer âdabına, talimatına göre, hareket edilirse, ondan göreceği faydayı, istifadeyi, hiçbir şeyde göremez. Bu, insanı Allah’a götüren; en kestirme, en emniyetli yoldur. Gerçi insanı Allah’a ulaştırmak için pek çok, milyonlarca yol vardır. Ama bunlardan en kısa en müstakim olanı Nakşîbendi yoludur. Nasıl insan İstanbul’a gitmek isterse, oraya giden binlerce yolun içinde en uygun olanını, en kestirmesini seçiyorsa, Allah’a götüren yolda da öyle davranması lâzımdır. Bu yol da Nakşîbendi’den başkası olamaz. Nakşîbendi olabilmek için, insanın, Tarikatli olması lâzımdır. Nakşîbendi olduktan çok kısa zaman sonra yüzünü Allah’a döndürmüş olduğunu görür. Öyleleri vardır ki samimi olarak şeyhinin elini tutup tövbe ettiği andan itibaren, daha gusül edip âdap ve talimat almadan Allah’ın velisi olur, evliyalar arasına karışır, bu tarikatın bereketiyle, Onun için insan Nakşîbendi olmalı. Allah kimseyi Nakşîbendi Tarikatı’ndan tardolma durumuna düşürmesin.
-----------------------------------------------------------------------------------------------(1) Mevzubahs olunan fakirlik Allah’u Alem, kalbi masivadan temizlemek ve kalbin masiva (Allah’tan gayri) her şeyden fakir oluşu hali olduğu dikkate alınmalı. Naşir. (1) Salik : Seyr-ü sulûk üzere bulunan usta; Sofi : Yeni tövbe etmiş acemi. Bu bahste geçen mukayenin bu düstur üzere olduğu kanaatindeyiz

Hiç yorum yok: