21 Eylül 2008 Pazar

Gavs S.AbdulHakim (ks) den Sohbetler-7

Rabbül-Âlemîn mahzun kalblerdedir. O, mahzun kalb sahibi kimseleri sever. Çünkü mahzun kalbler daima Allah?a bağlıdır. Mahzun kalbler her an için Rabbine karşı tazarruda ve yalvarıştadır. Onlar daima Allah la olurlar.Keyf ve sefayla ferah dolu olan kalbler dünya kalbleridir. Dünyaya bağlı, dünyayla dolu olan kalblerden Rabbü?l-Âlemîn uzaktır. Bu tip kalblere girmez. Rabbü?l-Âlemîn. Çünkü, o kimsenin keyfi zevki, safası dünya iledir. Allah?tan hiç haberi olmazsa Rabbü?l-Âlemîn de ona iltifatı olmaz. Nasıl insan Allah?ı terk ederse Allah da onu terk eder.İnsanın kalbi hep mahzun olmalı. Rabbine yalvarış, rica ve tazarru içinde bulunmalı. Kişi ne kadar mahzun, ne kadar nefsinden ve benliğinden uzaklaşmışsa Allah?ın yanında o kadar makbul ve âlidir. Zalim olan, zulüm eden kişinin, zevk ve sefa peşinde olan kişinin haliyle Allah?tan haberi olmaz.İnsanın kalbi daima Allah?a bağlı olmalı, daima Allah insanın aklından, fikrinden çıkmamalı. Şayet böyle olmazsa yazıktır.İnsan fakir olmalıdır. Rabbü?l-Âlemîn hep fakirlerledir. O, fakirleri sever, fakirlikten kasıt nefis ve benlikten fakirliktir. Dünya malından dolayı fakirlik değil. Keyf ve sefa heli olmamaktır. Süleyman Peygamber (A.S.) Rabbü?l-Âlemîn?den dünya malı ve mülkü istemişti. Duası müstecab olmuş Rabbü?l-Âlemîn ona çok dünya malı ve saltanatı vermişti. Dünya malı ve mülkü sebebiyle, Süleyman Peygamber cennete diğer Peygamberlerden kırk sene sona ericektir.(1)İnsan nefs ve benliğini yok etmesi lâzımdır. İnsanın kendini görmemesi lâzımdır. Her kim kendini, benliğini görürse o Rabbü?l-Âlemîn?den uazaktadır. O Rabbinin göremez, bulamaz.İnsan kendini aşağı görmelidir. Bütün mahlûkatı kendisinden üstün görüp, kendini hepsinden aşağı mulâhaza etmelidir. Şâh-ı Hazne, Gavs,a yazdığı mektuplardan birinde: <> demişti. İnsanın kendini her şeyden aşağı görmesi lâzımdır. Çünkü hiç kimse son anda iman nasip olup olmayacağını bilemez. Bakarsın son anda küfürle gider. Diğer taraftan bir kâfire de son anda iman nasib olur. Rabbü?l-Âlemîn onun bütün günahlarını affeder. Ehlullah olarak Rabbine ulaşır. İşte böyle, insan kendini görmemeli. Hiçbir şey olmadığını bilmeli.Nefsini gören kendinde büyüklük hisseden kimseyi Rabbü?l-Âlemîn sevmez. Şeytanın helâk sebebi, küfre gitmesinin sebebi, nefsinin görmesi değil miydi? Halbuki çok amel etmiş, mukarreb meleklerdendi. Şeytan Dergâhı İlahîye yakın, meleklerin büyüğünden idi. Kendisinde nefsin meydana gelmesi küfrine sebeb olmuştu. İnsana en büyük zararı veren nefstir. Onun kadar zarar veren başka bir şey daha yoktur. Onun için insan nefissiz olmalı, kendini yoklukta görmeli. Nefsi alemde <> olmalıdır. Evrad-ı Nakşibendiye?nin tümü, en büyük zarara sebeb olan nefsi yok etmek içindir. Nefis olduğu müddetçe bir şeye sahip olunamaz.Nefsin sebeb olduğu zararların en çoğu Rabbü?l-Âlemîn?in insan vücuduna halk ettiği letâifler üzerindedir. Nefs onları zamanla tebdil ederek yaradılış gayesinden uzaklaştırır. Dünyaya, dünya işerine yöneltir. Onun içindir ki nefs olduğu müddetçe insan bir şey olamaz. Binaenaleyh daima insanın ayağı nefsin göğsünde bulunmalıdır ki baş kaldırmaya gücü yetmesin; ancak insan kendini aşağı ve noksan gördükten sonra nefis ölür. Hayat hakkı kalmaz.Sâdâtı Nakşibendi?nin nisbetleri, nefis olmayan, kendini yoklukta gören, ihlâs ve teslimiyet sahibi kimselerin üzerine saçılmıştır. Mürşid-i Kâmil hep onlar arasından seçilmiştir. Hazret de onlardandı.Hazret, Sayda?nın yanından amel ederken, ameli nihayetlere gelmişken Seyda hastalandı. Artık son demleriydi. Hazret de çok üzülüyor, çok ağlıyordu. Sordu: Diyâûddin, dedi, (Hazret?e öyle hitap ederdi. Mlaûm lakabı Şeyh Muhammed DİYAÛDDİN?dir.) neden böyle yaş akıtarak ağlıyorsun. Hazret edeple, <>> cevabını verince, Seyda: İşte Şeyh Fethullah?ın Hazret?e yaptırdığı, hatta Seyda?nın diğer hulefâsı tarafından itirazla karşılanan bunca ağır hizmetler onun nefsinin öldürülmesi içindi. Malum nefs ölmeden insanda bir şey meydana gelmez.Gavs-i Hiazni?nin hulefası arasında da nefsi en noksan olan Seyda idi. Tahsili sadece Câmi?e kadar olduğu hulefanın en gözdesi idi. Halbuki Şeyh Halid-i Öleki ondan çok daha âlimdi. Zamanının en büyük âlimiydi. Gavs bile ona Seyda diye hitap ederdi. Kendisine <> diye sorduklarında Nefis yapmıyayım kendime, < kadar okuyan Seyda, hulefanın en fakiri olması sebebiyle Gavs?ın bütün nisberi onun üzerinde toplanırdı.Şâh-ı Hazneye de Hazret?in yanında aynı durumlardaydı. Hulefanın en ednası Şah-ı Hazne idi. Gavs da aynı yolu takip etmişti. O da zahiren hulefanın en ednası idi.Şâh-ı Hazne?yi ziyarete giden Gavs bir seferinde ta Gerçuş?a kadar gittiği halde hududun kapalı ve tehlikeli olması sebebiyle geri dönmüştür. Bir müddet sonra tekrar ziyaret kasdiyle yanında bir sofî olduğu halde yola çıkıyor. Hudud köylerinden birine uğruyor, orada Seyyid Ahmed isimli Şâh-ı Hazne?nin bir etbâını rehber olarak almak istiyor. Seyyid Ahmed?in evine gidiyor. Evde bulamayınca oturup, gelmesini bekliyor. Akşam oluyor, Seyyid Ahmed çiftten dönünce misafirleri olduğunu görüyor. Onlara ikramda bulunduktan, akşam yemeği firleri olduğunu görüyor. Onlara ikramda bulunduktan, akşam yemeği arz ettikten sonra misafirlikten sebebi soruyor. Gavs diyor ki < önüne bağladım. Sabah yemeklerini hazırlayarak yanlarına gittiğimde Gavs haydi, ne oldu? Neye karar verdin, bizi götürecek misin? Diye hemen sordu. Ben tabii gideceğiz, yemeğinizi yiyin. Hayvanlar dışarıda sizi bekliyor deyince. Çok sevindi, Şâh-ı Hazne Gavsi görünce çok sevinerek, keyfi gelecek, diye içim içime sığmıyordu. Nihayet hududu geçtik bir müddet daha gittik, o kaldı ve geriye döndü, nihayet on-onbeş dakika kadar yürüdü. Ben de bunlar serhat halkıdır. Heva ehlidirler. Her halde taharet akacak da ondan uzaklaşıyor, diye düşünüyordum. Fakat aradan uzun bir zaman geçtiği halde gelmeyince merakladındım. Arkası sıra gittim. Baktım ki oturmuş, kendini yere atmış ağlıyordu. Hayrola Molla Abdülhakim? Ne olmuş, niçin ağlıyorsun? Dedim. Ben gelmiyorum köye, dedi. Ben necis, kötü, pis kimseyim. Şâh-ı Hazne?nin yanına gelmeye, camisine girmeye lâyık değilim, diye yakınıyordu. Ben bırak bunları, haydi gidelim, diye ısrar ettikçe o gelmemekte direniyordu. Baktım ki hoşlukla olmayacak. Kolundan tuttum, elime ağacımı aldım. Vallahi gelmezsen seni döve döve götürürüm. Beni işimden gücümden ettim, şimdi de gelmiyorum, diyorsun, dedim. O zaman güçlü kuvvetliydim. Beş kişiyle boy ölçüşeyecek durumdaydım. Onu zorla kaldırdım, yola devam ettik. Bu ara benim de ona muhabbetim daha da fazlalaştı. Nihayet Şâh-ı Hazne?nin vardır. Önce ben gittim ziyaret ettim, Şâh-ı Hazne?ye, <> diye arz edilince, Şâh-ı Hazne yüzünü buruşturup, <<>> diye beni payladı. Derhal muhabbetim zail oldu onlara karşı. Ben takdir bekliyorken tekdir edildim, diye nefsim kırıldı. Bende sonra Gavs ve sofi de gidip ziyeret ettiler. Daha sonra namaz kıldık. Namazdan sonra Şâh-ı Hazne eve gitti. Bir müddet sonra beni çağırdılar. Gel, Şâh-ı Hazne çağırıyor, dediler. Gittim huzuruna, bana: <> diye emir buyurdu.O zaman ben, Beni ilkin niçin azarladığını anladım. Çünkü onları getirdikten nefsim gurur duymuştu. Nefsimi kırmak için o sözleri söylemişti.Şâh-ı Hazne bir gün <> diye Gavs anlatıyor. Diyor ki: Ben de mollalarla beraber çalışmaya gittim. O gün akşama kadar, çamur yaptık, kerpiç kestik, çalıştık. Ertesi gün ise, bu sefer, sofiler çalışmaya gelsin>> demişti. Ben tekrar gittim çalışmaya. Sofilerler beraber çalışıyorken Şâh-ı Hazne geldi. Beni sofilerler beraber çalışır görünce, <> diye sordu. Evet, kurban, dedim. İyidir, iyidir, buyurdu. Hizmetin sevabı pek çoktur. Sâdata hizmetin sevabı amelden daha çoktur. Üç dört derece daha faziletlidir. Meselâ insan beş bin vird çekse vird devam ettiği müddetçe sevabı devam eder. Virdi bitirince sevabı da kesilir. Hem virdde nefsin vücud bulma tehlikesi de vardır. Şayet nefis amele karışırsa, o ameli imha etmiş olur. Fakat çalışmada, hizmette nefis vücud bulmadığı gibi bilakis kırılıp rezil olur. Nefis ise çalışmaya girmek istemediği gibi, aksine çalışmayla alçalır, kırılır ve rezil olur. Yapılan hizmeti bazen beş on sene devam eder. Hatta bin sene devam etmeside mümkündür. Duvarı bırakılan bir kerpiç duvarda kaldığı müddetçe hizmete hayır ve hasenatın yazılmasına devam edilir, hem de içine, asla nefis ve benlik karışmadan. Çalışmada iki menfaat vardır. Birincisi nefis alçalır, rezil olur ve kırılır. İkincisi ise yapılan iş devam eder. Ama diğer ameller öyle değildir, menfaati kesilir.Gavs (K.S.A.) hizmet olduğu müddetçe, bir farz namazların dışındaki namazları terk ederdik. Hizmet olduğu müddetçe başka amel yapmazdık. Hattâ virdimizi bile terk ederdik, yapacak işimiz olduğu müddetçe. Ancak yapacak hizmet bulunmadığı zamanlar vazifelerimizi yapar, virdimizi çekerdik, buyurdu.Mevlânâ Halid de uzun hizmetlerde bulunmuş, ondört sene devamlı hizmet etmiştir. Yedi sene tekkenin suyunu taşımış, yedi sene de tuvaletleri temizlemiştir.Bu Nakşibendî sâdâtının hepsi menfaat elde etsinler, diye hizmet görmişlerdir. Çünkü onlar hizmette ne büyük menfaatler olduğunu nefsin zebûn ve rezil olması için hizmetin ne kadar faydalı bulunduğunu biliyorlardı.Şâh-ı Hazne?nin oğlu Şeyh Mâsum: Eğer münkirler olmasaydı, sâliklere amel olarak hizmetten başka bir şey vermezdim, diyor.İmam-ı Rabbânî (K.S.A.) Hazretlerinin bir sâkisi vardı ki, onyedi-onsekiz sene gibi uzun müddet tekkenin suyunu taşıyarak hizmette bulunmuştu. Bir gün, <> diye düşünerek İmam-ı Rabbâni çıkarken arkadından yetişip, <<>>, müsaade ederseniz, artık eve gitmek istiyorum. Bunca sene hizmet ettiğim halde bir şey kazanamadım. Avare ve eli boşum.>> diyerek müsaade istiyor. İmam-ı Rabbânî müsaade edince oradan ayrılıp yola koyuluyor. Bir iki gün yol gittikten sonra, bir akşamüzeri bir dağın tepesine çıkıp barınacak yer, bir ışık falan ararken, bir mağara görüp içeriye giriyor. İçeride üç âbid varmış. Malûm eskiden âbidler vardı. Halktan uzaklaşır, kendini ibadete verirlerdi. Sofî barınmak üzere âbidler yanına giderek misafir oluyor. Akşam namazından sonra âbidlerin birisi bir diğer mağaraya gidip biraz sonra elinde sofinin daha evvel hiç yemediği nefasette gayet güzel yemeklerle donatılmış bir sofrayla dönüyor. Yemekler o kadar güzelmiş ki, hiç dünya yemeklerine benzemezmiş. Yemekleri yiyorlar. Sabah olunca, bir diğer âbid ikinci mağaraya gidip biraz eğlendikten sonra aynı nefasette bir sofrayla dönüyor. Sofî birkaç gün orda kalıyor. Görülüyor ki her gün âbid mağaraya girip çeşitli yemeklerle süslü sofralarla dönüyor. Nihayet dördüncü gün âbidler, <> deyince âbidler: <> diyorsada dinletemiyor. <>> diyorlar abidler. Çaresiz kalıyor. Mağaraya girmeden susuyor. Diyor ki bari söyleyin. Siz nasıl dua ediyorsanız ben de o duayı edeyim. Abidler, peki, diyorlar. Bunu sana öğreteceğiz. Biz mağaraya girince iki rekat namaz kılıp boynumuzu bükerek ellerimizi açıyoruz ve diyoruz ki: <>> Gözümüzü açtığımız zaman bakıyoruz ki soframız gelmiş hazırdır. <<>> Sofî sessizce yemeğini yedikten sonra vedalaşarak abidlerden ayrılıyor. Derhal yolunu değiştirerek geriye köye dönüyor. İmam-ı Rabbânî?nin yanına varıp el bağlıyor. İmam-ı Rabbânî gülümseyerek, <> diyor.Şâh-ı Nakşibend zamanında da böyleydi. Devamlı iş çıkarırdı. Senden bir kere evini yıktırıp sonra tekrar yaptırırdı. Onlar hizmetten merhum olmasın, diye devamlı hizmet çıkarırdı. Bir gün, > diye sorulunca, <> buyuruyor
--------------------------------------------------------------------
(1) Munteheb-u Kenzil Ummal, Müsned-i Ahmed b. Hanbel?in Hamisinde, c. 3. s:10. Beyrut

Hiç yorum yok: