30 Temmuz 2009 Perşembe

BİR DERVİŞİN ANILARI 7

“O’NUN İÇİN RUHUMUZU VERSEK AZDIR” -SALLALLAHU ALEYHİ VESELLEM-

Kalbimi yaktı yandırdı…Her şeyin bir sebebi vardır. Baharda yağmurların yağması, açacak tomurcukların hatırınadır, yeşilliklerin dağları bürümesi, yabani hayvanların otlaması hatırınadır.Biz bilsek de bilmesek de kâinatta Allah’ı zikretmeyen bir varlık yoktur ve kâinat bu varlıkların hatırınadır.Âlemler O’nun, Sevgili Peygamberimiz (sallallahu aleyhi vesellem)’in hatırına yaratıldı. Eğer bizler, bu günahkâr hallerimizle yarın huzuru mahşerde kurtuluşa erecek olursak, inşallah yine O’nun hatırına olacak. O’nu anlayabilmek gibi bir akla ve izana sahip miyim? Tabii ki değilim. Ama ben Seyda Hazretlerinin yanında geçirdiğim her an ve her saniye içinde, Peygamber Efendimize olan muhabbetini ve hasretini gördükçe, başka bir âlemde yaşadığımı düşünüyordum…Seyda Hazretlerinin her halinde ve ahvalinde, O’nu (sallallahu aleyhi vesellem) görüyor olmak gibi bir duygu sarıyordu içimi. Seydamın hatırına, Gönüller Sultanına olan sevdam kabarıyordu. Gaflet ile geçen ömrüm, Seyda Hazretlerinin yanında koca bir sevdaya dönüşüyordu ve ben bunu fark edemiyor, fark edemediğim için de bir kalıba koyamıyordum. Şeyh Galib’in (rahmetullahi aleyh);Ah! Minel aşki ve hâlâtihi... Ahraka kalbi ve hararatih“Ah o aşktan ve onun hallerinden…/ Benim kalbimi yaktı yandırdı…” dizeleri dilimde dolaşır olmuştu.Seyda Hazretlerinin sevgili Peygamberimize duyduğu özlem ve muhabbet, anlaşılabilecek ve hissedilebilecek gibi bir hal değildi. Hele de ben… Nasıl anlayabilirim ki?Ama en azından diyordum, ona mutabaat etmek çabası olsun içimde. Onun kadar sevmeyi özlemeyi başarabileyim. Ben olduğum için değil, onun hatırına en azından. Hatırla ne kapılar açılır ve olmazlar olur hepimiz biliriz...Ya evliyaların hatırına neler olur bu dünyada?... Onların bir selamı, bir çift kelamı neler eder ve hangi kapıları açar anlayabiliyor muyuz?Bir yaz günü caddede, adımlarımın altında kaybolan kaldırım taşlarını sayarak yürürken, bunları düşünüyordum. Hatme’ye yetişmek için adımlarımı hızlandırdım. O gün teselli arayan derbeder misali, gözü yaşlı gönlü kırık bir vaziyette oturdum Hatme halkasına...Hatme’ye başlamadan, kendi kendime: “Ey Allah’ım sen her şeyi yoktan var ettin, varlığınla âlemi kuşattın. Her şey ve her nesne senin kudretinde, sen ol desen olmaz ne vardır? Ve sen ol desen, hangi müşkülat çözülmez. Allah’ım! Beni ben olduğum için değil, aciz bir kul ve senin dostlarını seven birisi olarak, Seyda Hazretlerinin âcizane bendesi olarak gör ve O’nun hürmetine beni bağışla… Ben zayıf bir kulum sen bizi bağışla…” diye dua ettim. Hatme boyunca ağladım yalvardım. Hatme bitmişti ve ben buruk kalbimi de yanıma alarak camiden çıktım. Bu kitaplarda irşad var!Seyda Hazretlerini bekliyordum caminin önünde. İçimden: “Bu aciz halimi görür belki sorar, ben de anlatırım derman ararım” diyordum. Uzunca bir süre bekledim. Seyda Hazretleri çıkmadı. Biraz sonra, dışarı bir sofi çıktı etrafına bakındı beni görünce:“Kurban Seyda Hazretleri seni istiyor” dedi. Dizlerimin bağı çözülmüş, kalbim küt-küt atmaya başlamıştı. Koşarak camiye girdim. Seyda Hazretleri mihrapta oturuyordu. Ben edeple yanına vardım. Bana göz ucuyla baktı. Gayri ihtiyari ben de ona göz ucuyla baktım. — Hasta mısın Ahmet? diye sordu. Ben o an: “Evet, Sultanım hastayım hem de dermansız bir derde düçar olmuş kalbimin, her gün biraz daha eridiğini hissediyorum, içinde bulunduğum gaflet ve nedamet beni yiyip bitiriyor.” Demek istedim ama kelimeler bir türlü ağzımdan çıkmıyordu.— Siz bilirsiniz Sultanım, dedim.— Sıkıntıların mı vardır? Diye sordu, ben yine aklımdan geçenleri bir lahzada anlatmak istedim ama dilim lal olmuş açılmıyordu:— Siz bilirsiniz Sultanım… Dedim.— Biliyorum seni de bu kitaplar yüzünden çok yoruyoruz ama ben diyorum, bu kitapların hepsini bir haftada bitirecek olabilsek, diyeceğim bir haftada yapalım. Ama olmuyor. İstiyorum bu kitapları bitireyim ve bir an önce Hacca gideyim. (Bu cümleyi kurarken gözlerinin nemini görebiliyordum. Babasını özleyen bir çocuk masumiyeti ile gözleri nemlenmişti.) Ama bu kitapların bir an önce olması için çalışıyoruz. Her şey insanın istediği gibi olmuyor. Bu kitaplarda Sâdât’ın irşad tasarrufu vardır. Hangi mecliste okunsa Allah’ın izni ile o meclise Sâdât’ın irşadı girer. Hz. Peygamber Efendimizin muhabbeti girer. Onun için çok önemsiyorum, dedi.Seyda Hazretlerinin yanında olduğunuz her gün, hatta her anı, size bir devran gibi yaşatır ve her hali ve sözüyle sizi, her gün yeniden irşad ederdi.Seyda Hazretleri, yerinden kalkarken:— Her kitapla beraber, inşallah Hz. Peygamber Efendimizin muhabbetine yaklaşıyoruz, bu her şeyden daha önemlidir. O’na denizden bir damla kadar dahi olsa mutabaat etmek, ne kadar güzeldir. O ömrünü insanlara Allah’ın yolunu anlatarak geçirdi. İnsan bu yolda ruhunu verse azdır. Yarın bize de ‘Neden şunları da ümmetime anlatmadın?’ derse…” Diyerek yürüdü. İçimi ferahlatan rüya Ben suskun ve hüzünlü bir şekilde kala kaldım. İçimi bir coşku ve heyecan kaplamış, sanki ben de kitapları bir hafta içinde bitirebilmek gayreti içine girmiştim. Gece yarısına kadar o coşku ile çalıştım. O gece çok güzel bir rüya gördüm. Seyda Hazretlerini ve Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi vesellem) Efendimizi…Sabah, Seyda Hazretlerine rüyamı ayrıntılarıyla anlattım:“Uzunca bir trene insanlar binmişler ve ortasında lavların kaynadığı bir vadi, kenarında tren gidiyor. İnsanlar yolun sonunu göremediklerinden, neşe içindeler çünkü sanki eğlenceli bir yere gidiyor gibiler ama yolun sonunu göremiyorlar. Tren doğruca lavların kaynadığı vadiye gidiyor. Bizler, Seyda Hazretleri ile birlikte, vadinin çok yüksek bir yerinde, bembeyaz bir çarşaf serilmiş gibi aydınlık ve düz bir yerdeyiz. Seyda Hazretlerinin belinde bir kılıç var. O sırada, kaynayan lavların içinden çok korkunç naralar atarak bir baş çıkıyor ki ne insandır ne başka bir şey! Büyük bir sarsıntı oluyor, bulunduğumuz zemin, lavlara doğru eğiliyor. Ben kaymak üzere iken, Seyda Hazretlerinin elindeki kılıcın zeminde saplı olduğunu görüyorum ve kılıcın kabzasına tutunarak kendimi tekrar yukarı çekiyorum. Ve haykırıyorum.— Ey yalancı! Senin vaatlerine kanmayacağız, senin vaatlerinin insanı cehenneme götürdüğünü ve senin Deccal olduğunu, bizlere Seyda Hazretleri sohbetlerinde ve kitaplarında anlattı, sana asla kanmayacağız! Daha sonra, sofilerle birlikte, önümüzde Seyda Hazretleri olduğu halde yürüyoruz. Beyaz ve aydınlık bir kapıdan geçerek devam ediyoruz. İleride bizi Sevgili Peygamber Efendimiz beklemekte…Seyda Hazretleri tebessüm etti:— İşte, insan Peygamber Efendimizin kıymetini mahşer günü daha iyi anlayacak. O olmasa bizler kimiz ki mahşer günü yolumuzu bulalım ve ferahlığa ulaşabilelim! Elimizden geldiği kadar, ruhumuzla, sırrımızla, O’na mutabaat etmek için çalışacağız. O’nun için ruhumuzu versek azdır. O bizim için kendi ruhundan vazgeçti, ümmeti için ağladı, bizler için Allahu Zülcelal’e yalvardı, dedi.Engin tevazu ile (kendine hiç pay çıkarmadan) nezaket ve muhabbetle, Peygamber Efendimize olan sevgi ve muhabbetini ortaya koymuştu. O gün, içimdeki sıkıntıların ve ümitsizliklerin kaybolmaya başladığını hissettim. Yarına daha emin ve daha ümitle bakıyordum. Seyda Hazretlerinin yanında olmak güzeldi… Ondan, Peygamber Efendimizi (sallallahu aleyhi vesellem) dinlemek güzeldi. Ben artık ümitsiz değildim. Çünkü Resulullah (sallallahu aleyhi vesellem)’i seviyordum. Çünkü Seyda Hazretlerini seviyordum…

AHMET ÖZ

GÜLİSTAN DERGİSİ

BİR DERVİŞİN ANILARI 6

Sonbahar Yaprakları

Gelen telefonda Seyda Hazretlerinin ameliyat olduğu ve hastanede yattığı söyleniyordu. İçimde esen fırtınaları dindirmeye, gözlerimden dışarı hücum eden yaşları engellemeye çalışırken, bir taraftan da yıllar öncesi Seyda Muhammed Râşid (kaddesallahu sırrahu) Hazretlerinin hastalandığı zamanı düşünüyordum. Yıllar öncesi idi, sonbaharın serinliği yeryüzüne düşmüş, yapraklar cennet yeşili renklerini terk ederken, insanların yaşlandıkça yüzlerindeki canlılığın yerini solgunluğa bırakması gibi yapraklar da kendilerini, hüznü anlatan gazel rengine terk emişti. Daha ağaçlar yapraklarını yerlere bırakma fırsatı bulamadan, gelen kış ile yağan karın dallarına verdiği ağırlığa dayanmaya çalışıyorlardı. Aslında bu med-ceziri her yıl gözümüzün önünde yaşayan yaprakları görüyoruz da kendi hayatımızdaki gel-gitleri görmezden gelmeye ve üstünü sahte yeşilliklerle kapatmaya çalışıyoruz. Ağaçlar, solgun yapraklarına düşen kar tanelerinin neticeyi engelleyemeyeceklerini ve ilahi takdirin farkındalarmış gibi sararan yapraklarını bir bir yere, karın yumuşak minder gibi serili olduğu yola bırakıyorlardı…‘Bunu Nasıl Başarıyor?’Toprağa pamuktan yatak gibi örtülmüş karın üzerine serilmiş sarı yaprakların arasında, evinden çıkıp camiye gelmekte olan Seyda Hazretlerini görünce, birden içime hüzün çöktü. Bu hüzün, ayakları altında serili duran sararmış yapraklara dalgın dalgın bakan Seyda Hazretlerinin yüzündeki solgunluktan kaynaklanıyordu belki. Ağır adımlarla camiye doğru yürürken, onu hayretler içerisinde izliyordum.Yıllardır yüzlerce defa onu camiye gelirken izlemiştim, her zaman bir coşku, heyecan ve muhabbetle yürüyordu camiye. Onun camiye yürüyüşünü gören, daha yeni tövbe etmiş ve seyr-i sülûka yeni başlamış derviş muhabbetini ve iştiyakını görürdü. Yıllar yılı, bu hali hiç kaybolmadı. Bugün de hasta olmasına ve gerçekten de yürürken dahi zorlandığı belli olmasına rağmen, aynı şevk ve heyecanı taşıyordu.“Bunu nasıl başarıyor?” Diye düşündüm…Hayatın anlamını çözmenin, ‘hayatını yaşamak’ (!) olduğunu sananlar, aslında ‘hayatını yaşama’ sığlığının ardındaki, ölümden korkmanın vermiş olduğu pervasızlığın farkına varamazlar. Gerçekte hayatı yaşamak, hayatı bize bahşeden ve güzellikleri, nimetleri bize lütfeden Allah-u Zülcelal’e kul olabilmektir. Aşk ve Şevkin Kaynağıİşte, Seyda Hazretleri o engin gönlü ve hayatı kucaklayışı içerisinde, bunu çözmüş olmanın, hayatına ilmek ilmek işlemenin rahatlığı ve heyecanını yaşıyordu belki. Aşığın maşukuna her gidişi bir bayram olmaz mı? Her gidişinde bir sonraki çağrılışının heyecanını hayal eden maşuk gibi, Seyda Hazretleri de her camiye gelişinde maşukuna giden âşık gibi heyecanlanıyordu belkide. Tasavvuf büyüklerinin ‘fenafillah’ dedikleri hal bu olmalıydı. Her halde ve her durumda O’nu sevmek ve O’nda yok olmak…Mecnun hastalanmış yatağa düşmüş. Doktor iğne yapmak için elinde iğne ile Mecnuna yaklaşınca, Mecnun acı ile yüzünü buruşturmuş. Doktor şaşırmış:- Ey Mecnun! Sen yıllardır dağları çölleri gezersin ve kimsenin katlanamayacağı sıkıntıları çekersin de şimdi bir iğnenin acısından mı korkarsın? Demiş. Mecnun:- Hayır doktor, ben iğnenin bana vereceği acıdan değil, Leyla benim içime öylesine yerleşmiş ki vuracağınız iğne Leyla’ya acı verir diye korkarım, diye cevap vermiş.Seyda Hazretleri, hastalığının verdiği rahatsızlıkları sanki kendisine dahi hissettirmiyordu. Her zamanki şevk ve huşu ile ibadetlerini yapıyordu. Bizim gibi aciz insanlar hastalandığımızda, ilk terk ettiğimiz, en kolay vazgeçebildiğimiz fiilimiz ibadetlerimiz oluyor ama Allah dostları hastalandıklarında, daha fazla şükür için uğraşıyorlar ve yüz hatlarında hastalıklarının emaresini dahi belli etmiyorlar. “Hastalık da Bizim İçin Nimettir”Kış mevsiminin erkenden yeryüzünü kapladığı ve soğuğun ta iliklerimize sirayet ettiği bir anda, bu mevsimden ve ayazdan daha soğuk bir haberle donup kalmıştık. Seyda Hazretleri mide kanaması geçirdiğinden hastaneye kaldırılmıştı.Alelacele ile bir araba bularak bir kaç arkadaşla beraber hastaneye koştuk. Yola çıktığımızda kar şiddetini daha da artırmış ve yollar görünmez olmuştu. Ama kimin umurunda, üstadımızın hastalanmış olması, keder olarak yeterken bize, yolların kapalı olmasını mı düşünebilirdik. Hastaneye varmıştık, telaşla yukarı çıktık, yattığı odanın kapısına geldik. Kalbimiz heyecanla çarpıyordu… Hastalığının ne kadar ciddi olduğunu bilmiyorduk ama durum bizim için çok ciddi idi. Zira ona olan sevgimiz, muhabbetimiz, ona bir zarar gelme fikrini kabul edemiyordu. Gözlerimiz yaşlı kapıda beklerken, yakınlarından birisi dışarı çıktı; “Gelin, Seyda Hazretlerini ziyaret edebilirsiniz…” dedi. İçeri girdiğimizde yatakta yattığını gördük, beyaz nevresim kaplı yatağın içinde, nurdan bir fidan gibi duruyordu. Bizi görünce gülümsedi:- Bu karlı havada nasıl geldiniz?... Dedi. O anda, “Ah efendim! Şu halinizde dahi bizim karlı havada nasıl geldiğimizi sorarsınız, her hal ve ahvalinizde Peygamber Efendimize mutabaat etmek için çalışırken, O’nun ümmetini unutmadığı gibi manevi evlatlarınızı hiç unutmazsınız. Ama efendim, burada olmanız dahi gönlümüzde yangınlara sebep olurken, karlı yollardan nasıl geldiğimizin ne önemi var” demek istedim. Ama edebimizden, sadece içimden söyleyebildim bu cümleleri. O ise hala kendi halini bir kenarda tutarak bizim endişelerimizi gidermeye çalışıyordu:- Önemli bir şey yok, biraz halsiz düştüm… Aslında, biz bilebilsek… Bu hastalıklar bizim için bir nimettir. Çünkü bunu bize veren Allah-u Zülcelal’dir, O’ndan ne gelse güzeldir. Zehirli Sütü İçebilmekMecnun zindana düştüğünde, Leyla ona her sabah bir tas taze süt gönderiyormuş. Fakat zindancı, Leyla’nın gönderdiği sütü Mecnuna ulaştırmak yerine, kendisi içiyormuş. Bir zaman sonra, Leyla bunun farkına varmış. Zindancıya bunu söylese, Mecnuna işkence edeceğinden korkmuş. Sabah yine bir tas süt almış zindanın kapısına gelmiş, tası zindancıya uzatmış:- Zindancı! Mecnuna söyle, bu sütü içsin, sütün içine zehir kattım, demiş. Zindancı şaşkınlıkla tası almış, zehirli olduğu için içmeyi düşünmemiş, hemen Mecnuna götürmüş ve:- Mecnun! Bunu sana Leyla gönderdi, fakat içine zehir de kattığını söyledi, bu sütü içecekmişsin, demiş. Mecnun tası almış hiç düşünmeden başına dikmiş ve bir tas sütü içmiş. Zindancı şaşkınlıkla:- Ne yaptın? Süt zehirliymiş! Diye bağırınca Mecnun:- Fark etmez ondan ne gelse nimettir, demiş. Seyda Hazretleri de hastalığını Allah-u Zülcelal’den gelen nimet olarak görüyordu. Mecnun gibi…“Siz Bilirsiniz”Bu arada, hastalığını duyunca yakın bir ilden, bu ağır kışta hemen yola çıkarak kar tipi demeden yanına koşan talebelerinden birisi ile geçen diyalogu hala kulaklarımda, izi gönlümde…- … Sen nasıl geldin? Bu karda sizin yollar kapalı değil miydi? Diye sordu Seyda. Dervişin başı öne eğik ve mahcup bir eda ile:- Siz bilirsiniz efendim, dedi.- Arabayla mı geldin?- Siz bilirsiniz efendim.Ne sorsa, ‘siz bilirsiniz’ diye cevap veriyordu. Teslimiyet ve sevgi örneği gösteriyordu. Ah! Biz bilsek, biz kendimizi idare edebilsek, burada olur muyduk?...Seyyid Abdulhakim (kaddesallahu sırrahu) Hazretlerinin bir mollası var imiş. Meşhur adıyla Gavs Hazretleri, köyleri dolaşıp sohbetler edip insanları Allah’ın yoluna davet ederken, o mollada beraber dolaşır, atının yularından tutarak gidermiş. Bir gün Seyyid Abdulhakim Hazretleri mollaya:- Molla, sen ‘Allah’ demeyi bilir misin? Diye sormuş. Molla cevaben:- Gavsım, ben ‘Allah’ demeyi bilsem, bu atın yularını neden tutayım, demiş. Yani, ‘ben Allah demeyi bilseydim, kendimi bulmuş, nefsimi tanımış ve Allah’ı bilmiş olurdum, o zaman bir mürşide zaten ihtiyacım kalmazdı, ben bendeki eksikliğin farkında olduğum için sizinle beraber olmaya ve size hizmet etmeye çalışıyorum’ demek istiyordu. Seyda Hazretlerinin karşısındaki derviş de “Siz bilirsiniz” derken, gönülden gelen saf teslimiyetini sunuyordu.Seyda Hazretleri, ziyaretine gelenlere o haliyle sohbetler ediyor, Allah’ın yolundan ve tövbeden bahsediyordu. Bize müsaade edilip dışarı çıktığımızda, üzgün ve tedirgin kalplerimizde, değişik bir huzur ve muhabbet hâsıl olmuştu. O Allah dostu idi ve Allah dostlarının en önemli özelliklerinden biri, her hal ve durumda Allah’tan başka bahsedecek konularının olmamasıydı. İşte, Allah adamları böyle oluyordu…

AHMET ÖZ...

BİR DERVİŞİN ANILARI 5

O’nun Gidişi, Benim Bitişimdi

Bir ilk bahar akşamı evimin balkonunda oturmuş kendi yapayalnızlığımla, ama bu yalnızlığımın içindeki o anlaşılmaz kalabalık gürültüyle mücadele ediyordum.Yıllardan 1994 idi. Her şeyim dediğim, manevi olarak tek dayanağım bildiğim, Efendim, mürşidim, Sultan Muhammed Raşid Hazretleri vefat edeli, dört-beş ay olmuştu. Her şey sıkmaya ve her yer dar gelmeye başlamıştı bana. Hatta büyük bir hevesle ve mutluluk duyarak geldiğim ve gerçekten son birkaç aya kadar burada yaşamaktan huzur ve mutluluk duyduğum İstanbul da sıkıyordu beni. İstanbul’dan sıkılacağımı rüyamda görsem inanmazdım. “Gülün güzel olması senin elinde olmasındandır efendim” işte “İstanbul da seni düşünürken güzelmiş ve senin manevi varlığını hissederken güzelmiş meğerse…”Kendi kendime soruyordum… O dünyasını değiştikten sonra ben bu kadar dehşete ve yalnızlığa düştüm. Alemlerin Efendisi iki cihan incisi Efendimiz (sav) dünyasını değişince, Sahabeler ne yaptılar acaba?...Tüylerim diken diken olmuştu… Tutunduğum El, KurtuluşumduYıllar öncesini düşünüyordum, gençliğin verdiği heyecan ve delikanlılıkla (kanım gerçekten deli akıyordu) amaçsız, manasız bir şekilde günah bataklığının içine sürüklenmek üzereyken, Muhammed Râşid (kaddesallahu sırrahu) Hazretleri ile tanışmak nasip olmuş ve tüm hayatım değişmiş, yaşantım mana kazanmış ve yaşamaktan zevk alır hale gelmiştim. İnsan zaman zaman ümitsizliğe düşer, içinde bir sıkıntı peydah olur, ne adını koyabilir, ne de tarifini yapabilir. Sadece içinde onulmaz bir yara gibi görünen sıkıntı durur. Hani “boğazıma bir yumruk durdu sanki” denir ya. İşte böyle bir zaman dilimi içerisinde, bir Allah Dostu ile tanışmanın ne kadar da kıymetli bir şey olduğunu anlamıştım. Çünkü bir nazarda ve bir kelime ile sıkıntılarınızın kaybolduğunu görür, ileriye doğru umutlarınız çoğalır. Bir lahza da olsa onun bakışlarına muhatap olmak, kalbinizde meltem yelinin serinliğini hissettirir ve rahatlarsınız.İşte, hayatımın tamda böyle bir diliminde Muhammed Râşid Hazretleriyle tanışmış ve hayatımın akışını kökten değiştirecek hadiselerin açılımı olan günlerim başlamıştı. “Tövbe eder misin?” demişlerdi. Ben de kendi kendime “Neyime?” diye geçirmiştim içimden. Ben günahkar sayılacak kadar kötülüklerin içinde değildim. Hem insan kendi kendine de nedamet duyar, günah işlememeye, ibadet etmeye, kendi kendine de söz verir pişman olurdu. Neden bir insanla beraber tövbe etmesi gerekiyordu ki? Sultan Hazretlerinin yanına gidene kadar bu düşüncem sürdü. Oysa Onu ilk gördüğümde, tövbe edecek ne kadarda çok şeyimin olduğunu, işte o zaman anlamıştım. Bir Örnek, Bir İzHani bazı insanlar “Neden Mürşid?” Kur’an var sünnet var, insan bunlarla yolunu bulamıyor mu ki bir rehbere ihtiyaç duyar, derler ya… Aslında ben de öyle düşünürdüm. Mahallemizde ihtiyar bir dedem vardı ona da söylemiştim bu düşüncemi. Çok komik bir o kadar da veciz örnekleme ile izah etmişti. “Bak evladım şu tavukları izle (bahçede dolaşan tavukları işaret ediyordu) bu tavuklar, sürekli pis ve kirli şeylerin arasından kendilerine yem bulurlar. Sonra karınları doyunca, gagalarını temiz bir toprak bulur, temizlemeye çalışarak toprağa gagalarını sürerler. Ama acıkınca yine aynı pis şeylere gagalarını sokarlar. İşte, nefsi terbiye ve kalbi tezkiye yoluna girerek bir mürşit terbiyesi altında tövbeye sarılmayan insanların tövbesi de böyledir.Pişman olurlar, nedamet duyarlar ama günahın lezzeti onları hep aldatır, aynı şeyleri tekrar işlerler. Oysa asıl lezzetin Allah’a kul, Resulüne ümmet olmakta olduğunu anlamak nefsin terbiyesi ile olabilir. Tövbe ile birlikte nefsi terbiye, kalbi tezkiye yoluna, yani seyr-i sülûk yoluna giren insanlar, kendilerini kontrol altında tutmayı öğrenirler.” Bu örnek, o zaman beni çok fazla etkilememişti ama yıllar geçtikçe daha iyi anlamaya başlamıştım. Hele şimdi daha iyi anlamıştım. Mürşidim vefat etmişti ve nefsim “yorgan gitti, kavga bitti” hesabı yaparak, içten içe sanki seviniyordu bu işe.İstanbul’dan Göçİstanbul’da duramadım. Evimi barkımı topladım memleketime döndüm. Kendimi dünyaya verdim, ticaret yapmaya başladım ama hiçbir şey eskisi gibi değildi. Huzurum kalmamış, duygularım karmakarışık olmuştu. Dedemin dediği gibi ara sıra pisliklerin arasından kendime yiyecekler buluyordum; sonra çok üzülüyor, çok pişman oluyor, ağlıyordum. Ama birkaç gün sonra başka bir şekilde düşüyordum, yine pişman oluyor yine ağlıyordum, tövbe ediyordum. Ama önceki kuvvetim ve kendime güvenim kalmamıştı sanki. Ruhumun ezeli düşmanı, nefis, santim santim ele geçiriyordu vücudumu. Engel olmaya çalışıyordum ama nafile. Derin düşüncelerin adamı olmuştum. İç dünyam karmakarışıktı ve kime anlatsam psikolog edasıyla dinlemeye başlıyor, dinledikten sonrada aval aval yüzüme bakıyorlardı, çünkü hiçbir şey anlamıyorlardı. Bir arkadaşım vardı, ona haber gönderdim yanıma geldi. “Benim acilen bir Mürşidle görüşmem gerekiyor, yoksa korkuyorum günahkar olmaktan, günaha düşmekten” dedim. Ah! Ben bir Allah Dostunun vefatından bu kadar müteessir oldum, peki Resulullah’ın ahirete irtihaline şahitlik eden Sahabe ne yaptı? “Ya Rabbi eğer daha bu gözler O’nu görmeyecekse, ne yapayım ben bu hayatı” diyerek ruhunu teslim eden Sahabeyi nasıl anlayabilirim ki.” Ben Allah Resulünü hiç görememiş olmanın verdiği ızdırabı bir anlatabilsem, içimdekileri bir söze dökebilsem, insanlar değil de dağlar ağlardı halime.Arkadaşım “Benim acilen bir Mürşidle görüşmem gerekiyor, yoksa korkuyorum günahkar olmaktan günaha düşmekten” dediğimde, hemen beni aldı, bir Veli kulun yanına gittik. Camide yatar kalkar, gece ve gündüzlerini daima ibadetle geçirir, asla bir anını dünyaya ayırmadan hep Allah’ı Razı etmeye çalışırdı. Küçücük odasına bizi kabul etti. Durumu anlattım. “Bu durum benim işim değil, sizi bir zata göndereceğim ona durumunuzu anlatın” dedi. O zatın yanına gittik, bir gece vakti bizi sabırla dinledi.“Evladım sizin üzerlerinizde Muhammed Râşid (kaddesallahu sırrahu) Hazretlerinin izlerini nakış nakış görebiliyorum ama bu noktada ben bir şey yapamam, ben postnişin (irşad ehli bir mürşit) değilim” dedi. Allah Dostlarının bu nezaket ve inceliği, dünyanın en kaba insanını dahi nezakete sokar.Dertlerden Azat OlacaktımOradan ayrıldık. Aramızda konuşuyorduk, bir mürşit bulalım dedim. Ona anlatalım derdimizi. Nitekim, başka bir beldede bir Allah Dostu olduğunu öğrendik. Bir gün sonra evinin telefonunu bulduk birilerinden. Telefon ettim. Telefon açıldı karşıdan bir çocuk sesi “Aloo” dedi. Ben “Efendi Hazretleriyle görüşecektim” dedim. Telefon el değiştirdi. Ta ötelerden geldiğini sandığım bir ses “Aloo!” dedi. Ben heyecana kapıldım “Efendim ben Ahmet” dedim. Sanki yıllardır görüştüğüm birini aramıştım, nasıl olsa tanırdı beni. “He Ahmed, nasılsın, iyi misin inşallah” dedi. Sesinde gerçekten de beni yıllardır tanıyan birinin yumuşaklığı ve beni bekleyen birinin nezaketi vardı…Ben artık dünya ile bağlantımı kesmiştim. İki gözüm iki çeşme, halimi arz ettim ki en az yarım saat sürdü. Sabırla dinledi. Sonra kendi konuştu, yarım saatten fazla. Son olarak “Ahmet hafta sonu buraya gel” dedi. Ben ne diyeceğimi bilemez şaşkınlık içinde iken, nefsim paçayı kaptıracak olmanın verdiği telaşla olsa gerek “Adresi bilmiyoruz orayı bulamayız ki” deyiverdim. Nazik ve anlaşılır bir dille, hangi otobüse bineceğimizi ve nerede ineceğimizi uzun uzun tarif etti.Günlerden Çarşamba idi. Ne saniyeler, ne dakikalar, ne de günler geçiyordu. Hafta sonu gelmez olmuştu. Cuma akşamını bulana kadar ömrümden ömür gitti. İçimdeki heyecan, sevinç, korku, her şey birbirine karışmıştı.Nihayet Cuma günü akşam yola çıktık, cumartesi sabah evine ulaşmıştık. Aynen tarif ettiği gibi duraktan otobüse binerek tarif ettiği yerde inmiştik. Şantiye görünümdeydi her yer. Caminin temeli atılmış, inşaat devam ediyor, bir köşede küçücük bir bakkal açılmış. Biz caminin yanına geldiğimizde, o Zat evinden çıkmış ve caminin önünde karşılaşmıştık.“Hoş geldin Ahmed” dedi. İçimde fırtınalar esmeye başladı, dudaklarım titreyerek “Hoş bulduk” diyebildim. Sonrası… Ne kelimeler, ne de cümleler yetebilir anlatmaya… Mevlana Hazretleri Mesnevisinde; “Öğüt verecek değil, örnek olacak insana ihtiyaç var” diyor. İşte karanlık dünyama güneş gibi doğan, tamda umutsuzluğun ortasında kalakaldığımı düşünürken çıkıvermişti karşıma “Örnek İnsan”. Akşama kadar zaman buldukça konuştu bizimle. “Efendim nasuh tövbeyi nasıl bulacağız?” diye sordum. “Günahlarımızı önemseyerek, küçük-büyük demeden, sürekli günahlarımıza tövbe ederek bulacağız” dedi.Uçamayan KartalO gün nelerin olduğunu anlayamamıştım. Döndüğümde dedeme anlattım duygularımı. Muhammed Râşid Hazretlerinin vefatından bu güne kadar söz geçiremediğim nefsim, nasılda birden sus pus olmuş ve boyun eğmişti ve ruhum nasılda coşmuştu. Dedem yine bir hikaye ile izah etti bana.“Bir kartal yumurtalarını taşıyormuş. Kanatlarının arasında yumurtalar ile uçarken, yumurtalardan birisi yere düşmüş. Tevafuk, düşen yumurta bir tavuk kümesine düşmüş. Tavuk tam o sırada kendi yumurtalarının üzerine yatmaya niyetlenirken, davetsiz gelen bu yumurtayı da şefkat güdüsüyle altına almış. Aradan bir zaman geçmiş, yumurtalar çatlamış ve civcivler çıkmaya başlamış. Tabi beraberinde kartal yumurtası da çatlamış, içinden kartal yavrusu da çıkıvermiş. Ne kartal yavrusu, ne tavuk, ne de civcivler, bu durumu garipsememiş. Yavru kartal civcivlerle birlikte gezmeye, yemlenmeye başlamış. Aradan aylar geçmiş, yavru kartal alımlı, gösterişli bir kartal olmuş. Ama kümeste büyüdüğünden ve civcivlerle büyüdüğünden, hala tavuk gibi gıdaklamaya ve darı yemeye devam edermiş.Bir gün, kümesin üzerinden, gökyüzünde alımlı vakarlı bir kartalın süzülerek uçtuğunu görünce, içinde bir sızı olur ve kendi kendine: “Allah’ım! Ne olurdu beni de bu güzel hayvan gibi yaratmış olsaydın ve ben de onun gibi gökyüzünde süzülerek uçsam, dağları ovaları dolaşsaydım” diyerek iç geçirir. Dedem; “İşte evladım, o kartala lazım olan ne?” dedi. Ben sustum. “Birisinin, onun kartal olduğunu kulağına fısıldaması gerekiyor. Çünkü bütün şartları hazır, sadece durumunun farkında değil” diyerek devam etti; “İşte insan da eşref-i mahluk olarak yaratıldığının ve sadece Allah’a kulluk için yaratıldığının farkında olmadığı için nefsi ruhunu ele geçirmiş oluyor ve ruh da kendisini nefse hizmet için yaratıldığını sandığından, sadece Allah-u Zülcelal’e duyduğu muhabbet ve hasretle övünmekle yetiniyor.” “Aslında, vücut denen ülkenin padişahının kendisi olduğunu ve nefsin hizmetkar olduğunu bilmiyor. İşte, kalpten kalbe giden yolun anahtarını elinde tutan Allah Dostları, o kartal misali, kendini tavuk sanan insanın kulağına gerçeği söylüyor ve insanın vücut ülkesinde inkılap oluyor ihtilal oluyor. Kartal olduğunun farkına varan yavru kartalın bir anda yeryüzünden gökyüzüne yükselmesi gibi insanın ruhu da zulmetten nura doğru inkişaf ediyor.”Ve o günden sonra, ruhumun inkişafına sebep olan bu ziyaretin manasını, gün geçtikçe daha iyi idrak edebilecek ve daha iyi anlayacaktım…

GÜLİSTAN DERGİSİ

BİR DERVİŞİN ANILARI 4

ÜMİDİMİZ HEP OLACAK

İlla ölünce mi kıymet bilmeli?“Kendimi çok kötü hissediyorum!” Bu sözü, hayatımız boyunca kendi kendimize ya da bir arkadaşımıza, onlarca kez söylemişizdir. Hayatımız, her zaman, bahar aylarını andıran, tatlı kokuların yayıldığı, her taraftan çiçeklerin açtığı, kuşların cıvıldayıp birbirlerine şarkılar söylediği, derelerin şırıl şırıl akıp balıkların neşe içinde suda dans ettiği ve kuzuların meleşerek dolaştığı yeşil çayırlara, kırlara benzemeyecek elbette. Bazen rüzgâr tersinden esecek, bazen de yağmurlar yağacak, seller gidecek, kara bulutlar gönlümüzü kaplarken, kalbimizde şimşekler çakacak. Umutlar, yerini umutsuzluğa bırakacak ve kendimizi farklı, yılgın, bezgin ve kötü hissettiğimiz anlar olacak hayatımızda.İşte, ben de o gün kendimi çok kötü hissediyordum. Konya’ya gitmekte olan otobüse bindiğim andan itibaren, gönlümü bir burukluk kaplamış, hayatımın en zor anlarını yaşıyor gibi hissediyordum. “Ne olacak benim halim?” diye geçirirken içimden, yanımda oturan elli yaşlarında bir bey bana baktı:— Yolculuk nereye? Diye sordu.“Bilinmeyene doğru” demek istedim bir an, ama o adam ne bilirdi ki benim içimdeki duyguları ve şu an yaşadığım muammanın ne manaya geldiğini, yâda neden anlamasını bekleyebilirdim ki…— Konya’ya, dedim kısaca. Adam: — Hayırdır? dedi. Yani “neden gidiyorsun?” diyordu. Ben, “İçimdeki fırtınaları dindirmek, Bezm-i Elest’te Rabbime verdiğim söze sadık olamadığımın acısını, bir nebze olsun hatırlamak, kim bilir belki de her şeye yeniden başlamak ve tövbe etmek için ‘Rabbim senden özür diliyorum’ diyebilecek cesareti bulabilmek için gidiyorum” demek istedim ama adamın bana bakışlarından bu meselenin hiçte onu ilgilendirmediğini sadece nezaket olsun diye ‘Hayırdır?’ dediğin anladım.— Ziyarete gidiyorum, dedim. Adam bu kez biraz meraklı:— Ziyaret mi? Mevlana ya mı? Diye sordu. Ben yine daldım: “Evet, Mevlana’ya gidiyorum. Ama kendi zamanında anlaşılamamış, kıymeti bilinememiş ve öğütleri dinlenmemiş Mevlana’ya değil. Sanki “her şey yok olduktan sonra kıymetli” mantığıyla, ancak öldükten sonra kıymeti anlaşılabilmiş, yaşarken Mesnevi’sini okuyup rubailerini dinleyip; ‘Ey Mevlana! Bu rubaide ne demek istedin? Bize anlatır mısın?’ diye sorulmayan, Şems ile aralarında yaşananların sırrı bir türlü çözülemeyen ama asırlar sonra Mesnevi’sini okuyup onu ve onun penceresinden hayatı anlayabileceğimizi sanarak, ilgili-ilgisiz, cahil-âlim herkesin Mesnevisi üzerinde ahkâm kestiği Mevlana’ya değil. “Ne olursan ol yine gel” çağrısını, o yaşarken duymadığımız, şimdi ise bu çağrısına ‘maksatsız ve hedefsiz’ uyduğumuzu sandığımız Mevlana’ya değil. Halen hayatta ve bize gerçekleri anlatabilecek dili olan, Rabbimizin yolunu, bize yalın ve duru olarak anlatabilecek olan, tek işi ve gayesi, Allah yoluna hizmet olan, yani ‘Yaşayan Mevlana’yı ziyarete gidiyorum” demek istedim ama olmadı. İçsel konuşmalarımı duymayan bu adama, ne demeliydim ki:— Evet, dedim. Adam:— Allah kabul etsin. Valla siz ne kadar şanslısınız, biz doğduk doğalı Konya’dayız ama toplasan bir elin parmakları kadar gitmiş değiliz türbesine, siz taa nerelerden geliyorsunuz!” dedi. Bu cümleye hiç şaşırmadım. Mevlana’yı sağlığında anlamak ihtiyacı hissetmeyen bizler, şimdi neden bu çabanın içine girelim ki? Ve şimdi, günde üç vakit Mevlana Türbesi’ne gitsek ne manası var? Kendi dilinden duymadığımız nasihat ve sohbetlerini, şimdi manevi huzurunda, maneviyattan habersiz bir şekilde ve manevi kulaklarımız kapalı iken mi duyabileceğiz?— İnşallah siz de ziyaret edersiniz, dedim ve elimdeki kitabı açarak okumaya başladım. Böylece bu sohbete de son vermiş oluyordum.Sultanım tebessüm ediyor, ben ağlıyordumSeyda Hazretlerinin yanına vardığımda, akşam namazı olmuştu. Akşam namazını kıldık, namazdan sonra, ürkek kedi yavrusu gibi başımı öne eğerek, Seyda Hazretlerinin yanına gittim. O latif sesi ile:— Hoş geldin, dedi. Ben içimden:— Hoş buldum, dedim.— Nasılsın? Diye sordu. Ben:— Sultanım sağ olsun, dedim içimden. Sonra cesaretimi toparladım:— Sultanım ben kendimi hiç iyi hissetmiyorum, dedim. O tebessüm etti:— Hayırdır neden? diye sordu. Ben:— Etrafıma bakıyorum, kendimden daha kötü ve zararlı bir insan göremiyorum, düzelmek istiyorum ama bakıyorum, yıllardır Sâdât’ın kapısındayım, daha bir adım ilerleme olmamış bende, dedim. O tebessüm ediyordu. Ben artık zembereği boşalmış saat gibiydim. Ha bire konuşmaya başladım. O tebessüm ediyor, ben ağlıyordum.— Sultanım, ben hakkıyla ne ibadet yapabiliyorum, ne zikir yapabiliyorum. Hayatıma bakıyorum, Sultanımıza duyduğum sevgiden, Peygamber Efendimize (sallallahu aleyhi ve sellem) duyduğum sevgiden başka bir sermayem yoktur.O hala tebessüm ediyor. Ben hala ağlıyorum…— Zaten; insan kendi nefsine her zaman diyecek ki ‘Sen hizmet de ediyorsun, ibadet ve zikir de ediyorsun belki ama sen ey nefsim, gene de âdîsin, kötüsün!” Ona pay vermeyecek. Çünkü nefis kötülüğe meyillidir ama asla da umutsuz olmayacak. Çünkü Allahu Zülcelâl şefkat ve merhamet sahibidir. Zaten bizim Allah-u Zülcelal’e, Hazreti Peygambere ve Sâdât’a duyduğumuz sevgiden başka ne sermayemiz olacak?... Biz de bu sevgimize güveneceğiz ve ümidimizi yitirmeyeceğiz.Molla Abdulhalim’in hikâyesi Bir müddet sustu, ben:— Sultanım uzun yıllardır Sâdât’ın hizmetindeyiz ama yol alamıyoruz, geldiğimiz günle bu günü kıyasladığımda sanki daha kötüyüm, dedim. O yine gülümsüyor, ben yine ağlıyorum:— Gavs Hazretleri (Seyyid Abdulhakim el-Hüseyni)’nin zamanında bir Molla Halim varmış. Bir gün Gavs Hazretlerine gelerek soruyor:— Gavs’ım, ben yıllardır bu kapıya hizmet ediyorum ama bakıyorum bir santim bile ilerleme olamamış bende. Hep aynıyım, benim sonum ne olacak? Diyor. Gavs Hazretleri:— Molla Halim, sen buraya geleli kaç yıl oldu? Diye sorunca, Molla:— On üç yıl, diyor. Gavs Hazretleri:— Peki, Molla Halim, sen ilk geldiğinde şu ağaçlar ne kadardı? Diye sorduğunda, Molla:— Boyları kısa, fidan gibi idi, diyor. Gavs Hazretleri:— Şimdi nasıllar? diye soruyor. Molla:— Büyümüşler, meyve veriyorlar Gavs’ım, diye cevap veriyor. Gavs Hazretleri:— Sen geldiğinde bu arazide ne vardı? Diye soruyor. Molla:— Bir şey yoktu, boştu, diye cevap veriyor. Gavs Hazretleri:— Şimdi?... Diye soruyor. Molla:— Şimdi her taraf bina doldu, bahçeler oldu güzelleşti, diye cevap veriyor. Gavs Hazretleri:— Molla Halim, demek ki hiçbir şey senin geldiğin günkü gibi değil, bir şeyler değişiyor, diye cevap veriyor. — Demek ki Ahmet, bir şeyler oluyor ama insan bunun farkına varamıyor. Nefsimize hiçbir zaman kibir gelmemesi için onu sürekli levmedeceğiz (eleştireceğiz) ve yaptığı ibadetlerden, hizmetlerden dolayı ucuplanmasına müsaade etmeyeceğiz ama asla ümitsizliğe de düşmeyeceğiz, sürekli olarak tövbe üzerinde bulunacağız, dedi. Ben Seyda Hazretlerinin yanında ayrılırken; o tebessüm ediyordu, ben ise hala ağlıyordum…

AHMET ÖZ
GÜLİSTAN DERGİSİ
RAYİHASIYLA GÖNÜLLERİ YAKAN SULTAN

Yıllar önce bir kıta okumuştum:Ahir zamanın gülü Şehadetin bülbülü Onun nisbet kokusu Sarar bütün gönülü Muhabbet dolu bir dervişin yazdığı belli olan bu şiir, her zaman Seyda Hazretlerini hatırlatırdı bana…Seyda Hazretleriyle kıldığınız bir akşam namazından sonra, camide rabıta için oturduktan bir müddet sonra, camiyi bir serinliğin ve tarifi mümkün olmayan güzel rayihanın sardığını hissederdiniz. Kendinizi; bir çiçek bahçesinin ortasında otururken, nazlı nazlı esen meltem yelinin, bin bir çiçeğin yapraklarını süzerek getirdiğini sandığınız kokunun ortasında bulurdunuz. Buna bir mana vermek gibi bir meşguliyetin içine girmeden, yaşadığınız o anın tadını çıkarmak en güzeliydi.Eğer bir Allah dostuna yakın yaşıyorsanız, hikmet halkalarını tane tane yaşama imkânı da bulabiliyorsunuz. Yine bir akşam namazından sonra, bu duygularla rabıta yapmış ve caminin fevkhanesinde bulunan çalışma odamıza çıkmıştım. (Seyda Hazretleri “Semafil” der. İç Anadolu’da “fevkhane” derler.) Bahar serinliğini yaşatan kokuBir süre sonra kapı açıldı, o sıcak Temmuz akşamında, odayı serinleten tebessümü ile Seyda Hazretleri içeri girdi. Seyda Hazretlerinin gelişiyle birlikte, odaya dolan serinliğin ardından gelen reyhan kokusu, adeta odanın her tarafına sinmeye çalışırcasına hızla odaya yayılırken, beni kendimden geçirmişti. Öylesine bir rayiha sardı ki odanın içini, hiç bir çiçek bahçesinde ya da hiç bir ıtriyat dükkânında böylesine bir huzur, böylesine bir huşu veren bir ıtır duymak mümkün değildi... Bu kokuyu bir kez almış olanlar bir daha unutamazlardı. O rayihayı tanımlamak, isimlendirmek mümkün değil. Koku olmasının dışında bir adı yoktur da.Sıcak bir Temmuz akşamının içinde, bunaldığınız anda, bahar serinliğini yaşamanın tadını bir hayal edin, belki bir nebze anlarsınız…“Nisbet kokusu” derlerdi büyükler buna…Yıllardır bırakamadığım bir huyum vardı. Ne zaman koku satan bir dükkâna girsem, mevcut kokuların hemen hemen hepsini tek tek burnuma götürürdüm. Bu alışkanlığıma bir mana veremezdim o zamanlar. Yıllar sonra anladım ki, bu alışkanlığım aslında Seyda Hazretlerinden gelen rayihanın bir benzerini bulma ümidinden kaynaklanmaktaydı ve bunu anladığımda terk ettim bu alışkanlığımı. Çünkü Seyda Hazretlerinden gelen koku, cam şişelerde muhafaza edilebilecek bir koku değildi. Bu kokuya bürünebilmenin şişelerde duran esanslardan sürünmekle olamayacağını anlamıştım Seyda Hazretleri cübbesini çıkardı, ben hemen aldım ve bir kenara korken:- Abdest alacağım Ahmet… Dedi. Çoraplarını da çıkarıp abdest almak için yan odaya geçtiğinde, ben hala odadaki kokunun hayalini kurmaktaydım.Seyda Hazretleri abdest almış ve tekrar odaya gelmişti. İlk odaya geldiğinden daha farklı ve daha keskin bir rayiha sarmıştı odayı. Biraz önceki kokunun sarhoşluğu beni mest ederken, dağların eteklerinden serin suların kenarından uçarak, bin bir çiçeğin polenini toplayarak getiren meltem yeli gibi etrafa yayılan bu yeni güzel ıtır ile bayılacak gibi olmuştum.Bizde neden nisbet kokusu yok?Biz neden etrafımıza güzel kokular saçamıyoruz?… “İç dünyamızda, kalbimizde vesvesenin, hasedin, kibrin bıraktığı kötü kokuların arasında kayboluveren bu güzel kokuyu nasıl açığa çıkaracağız?Yakup (aleyhisselam), Yusuf (as)’ın kokusunu aylarca uzaklıktan alabilmişti, oysa Mısır’a; yanına kadar giden kardeşleri, o kokuyu neden duyamamışlardı? O nisbet kokusu her zaman vardı. Fakat kardeşlerinin hasedi yüzünden mi kardeşlerine gizli kalmıştı acaba? Demek ki içimizdeki hastalıklardan kurtulabilirsek, biz de sevgilinin haliyle hallenebilir, etrafımıza reyhan kokuları saçabiliriz.Sevgilinin kokusu peşisıraSevgili Peygamberimiz; “Dünyanızdan, bana … güzel koku (da) sevdirildi” buyurdu. İmam Muhammed Bâkır (rahmetullahi aleyh): “Resûl-i Ekrem'in (sav) geçtiği yoldan, üç gün sonra da birileri geçtiğinde onun güzel kokusunu alırlar, onun oradan geçtiğini anlarlardı” buyuruyor. (Allâme Tebatebaî; “Sunen-un-Nebî”, (terc.) s. 291, N. 462, El-Kâfî'den naklen)Allah dostlarının, bir nisan yağmurunun ardından dünyayı saran bahar kokusu gibi girdikleri her ortama serinlik ve koku vermeleri ne kadar doğal. Çünkü Allah dostları, ışıklarının kaynağı olan Resûl-i Ekrem (sav) Efendimize duydukları sevgi ve aşkla O’nun gül kokusuna sarınıveriyorlar.Hz. Veysel Karani (rahmetullahi aleyh) buyuruyor ki: “Sevmenin bir şartı vardır. Seven, sevdiğinin her haline muvafakat eder, onun haliyle hallenir. Kişi sevdiğinin hali ile hallenmedikten sonra, seviyorum demesi boştur.”Eğer ki kendimizden şikâyetçi isek, halimizden memnun değil isek, iyi bir insan olmanın yollarını arıyorsak, aslında çözüm hemen yanı başımızda. İç dünyamızdan ve günahlarımızdan sızıveren kötü kokuları gidermenin çaresi; Sevgilinin rayihası değil mi? Sevgilinin kokusu bambaşkadır. Sevgilinin kokusunu bir kez hissettiyseniz, ayrı kaldığınız aylar yıllar sonra bile üzerinize sinmiş meçhul bir koku bile onu hatırlatacaktır… Ve bizi onun haliyle hallendirecektir.Sevgili'nin haliyle hallenen insanda, sevgilinin nisbet kokusu peydah olacaktır… İşte bu koku, ön yargılarla kapanmış gözlerimizi açacak, hüsnü niyetimizi artıracak ve herkeste, her şeyde bu rayihayı duymaya başlayacağız o zaman. Çünkü burnunda o koku varsa, seviyorsun demektir. Sevgiyi bulan insan, her şeyi ve herkesi sever.Seyda Hazretleri odadan çıktığında, ben de ardından çıkmıştım. Önüme bakmama, gözlerimi açmama gerek yoktu. O güzel kokuyu takip etmem yeterliydi…Ben de öyle yaptım.

AHMET ÖZ

GÜLİSATAN DERGİSİ

BİR DERVİŞİN ANILARI 3

“O Sen misin?”

Bir kış mevsimi Erzurum’dan dönmüşüm, Sivas'ın eksi 27’yi bulan zemheri ayazında, ağzımdan çıkan buharın yüzüme buz olarak vurmasına aldırmadan gecenin karanlığında yürüyordum. Elimde Seyda Hazretlerinin yazmış olduğu kitaplarla dolu bir çanta vardı. 10 gün kadar Erzurum’da kalmıştım. On gün boyunca Seyda Hazretlerinin deyimiyle, “nefsimizi hapsetmiştik”… Eldivensiz olan elim, artık kendini bana hissettirmez olmuştu. Soğuk daha da hissettirmeye başlamıştı kendini. Yolun iki kenarındaki akasya ağaçlarına takıldı gözüm. Zemherinin ayazında, donmuş kırağının etkisi ile adeta tümden beyaz hale gelmiş ağaçların dallarından çiçekler fışkırmıştı. Şaşkın şaşkın bakıyordum. Nasıl olur da bu mevsimde ağaçlar çiçek açardı ki… Dalgın dalgın ağaçların dallarındaki çiçekleri izlerken: — Ağaçların şaşkınlığı derler oğlum bu duruma! Diyen bir sesle irkildim. Arkamı döndüğümde, 70 yaşlarında, aksakallı, kısa boylu, nur yüzlü birisi duruyordu. Hani rüyalarda görüldüğü tasvir edilen “Aksakallı Dede” var ya; sanki rüyalardan çıkarak yanıma gelmişti. Hiç bir şey demeden tebessümle yüzüne bakarak yürüdüm.Eve yaklaştığımda, artık soğuğa dayanacak gücüm de kalmamıştı. Evimin hemen yanında karakol vardı. Karakolun ön kapısında nöbet tutan polis, beni karşıdan gördüğü andan itibaren, gözleriyle izlemeye başladı. Öyle ya gecenin saat üçünde, elinde çanta ile gelen bir adam. Soğuktan, şapkamı gözlerimi kapatacak kadar çekmiş ve boyun atkım ile ağzımı kapatmıştım. Hiç normal bir durumum yoktu doğrusu.Tam karakolun önünden geçerken polis memuru bana seslendi:— Hey hemşerim! Yaklaş bakalım. Yaklaştım;— Buyur...! Dedim.— Hayırdır, nerden nereye böyle gece vakti?— Yoldan geliyorum, evime gireceğim, evim şurası, karakol ile duvar duvara.— Sen o evde mi oturuyorsun?— Evet!— Adın ne?— ... ...— Haa, o sen misin? Diye hayret edince, ben ondan daha da hayret etmiştim.— Hayırdır bir durum mu var?— Ohoo! Ne durumlar var hem de...— Allah Allah! Mesela birini söyle, dedim gülerek.— Hemşerin bir aydır seni arıyoruz. Senin bir mahkemen vardı...“Her Şeyde Bir Hayır Vardır”Ben durumu anlamıştım. O yıllarda işlerim bozulmuş, bir kaç çek yüzünden mahkemelik olmuştum.— Sabah 9’da karakolda ol, aslında şimdi seni bırakmamam lazım ama sana güveniyorum, sabah dokuzda buraya gel ve beni bul, dedi.— Olur, gelirim inşallah… Diyerek evin yolunu tuttum ama bir anda üşümem de uykusuzluğum da önemini yitirmişti. Zira tedirginlik ve huzursuzluk ağır basıyordu.Sabah erkenden kalktım, abdest aldım ve Seyda Hazretlerini arayarak durumu anlattım, “Hayır, olur inşallah! Her şeyde bir hayır vardır, dua ederiz inşallah...” Dedi. Ben evden çıktım, dualar okuyarak karakola gittim. İçeri girdim. Gece kapıda karşılaştığımız polis beni görünce hemen yanıma geldi ve beni alarak komiserin odasına götürdü. Hemen oradan bir polis arabasına binerek adliyenin yolunu tuttuk.Bir anda savcının huzuruna çıktık. “Şu kadarlık bir çekin karşılıksız çıkmış, eğer parayı icraya yatırırsan gidebilirsin, yoksa mal beyanında bulunmamaktan 5 gün hapis yatacaksın” dedi. O kadar para bende olsa, zaten burada olmazdım, diye düşünürken, onlar da durumumu anlamış olmalı ki tam tabiriyle gözümü “E-Tipi” hapishanede açtım.Hani bir an gelir, her şeyin üzerinize geldiğini ve sanki sıkıntı denen olgunun sadece sizin için yaratılmış olduğunu düşünmeye başlarsınız ya, ben de tek kişilik hapishane hücresinde gözümü açtığımda, tam da bunları düşünüyordum.Artık Hapisteydim…Artık hapiste idim. Hayatımda karakolun yolunu bilmez iken, kader beni bir hücreye sokmuştu. “Allah böyle takdir etti, illaki bir hikmeti vardır.” dedim ve Seyda Hazretlerinin “Her şeyde bir hayır vardır.” sözünü hatırladım, “Mutlaka bir hayır var” diyordum kendi kendime… Aynı akşam, akşam namazı vakti geldiğinde, tam namaza duracaktım ki başka bir hücreden seslendiler:— Hey yeni gelen! Kendini tanıt!Karşılıklı tanışmalar oldu. Kimse kimsenin yüzünü görmüyordu, sadece seslerimizden birbirimizi tanımaya çalışıyorduk.— Yeni gelene türkü söyletiriz, sen de bir tane söyle! Diye seslendi birisi.— Ben türkü bilmem, ilahi söyleyebilirim dilerseniz, dedim.— Olur olur! İlahi de olur söyle, diye seslendi birisi.— Akşam namazı vakti geldi, namazı kılıp söyleyeyim müsaade ederseniz inşallah, dedim. — Tamam, hocam sen namazını kıl, dedi birisi. Anında hoca olmuştum. Birisi seslendi: “Biz de namaz kılalım.” On beş dakikalık bir sessizlik yaşadık.Öyle Acayip Bakıyordu ki, Korkmuştum…İki gün sonra, beni oradan alarak bir koğuşa verdiler. Koğuştan içeri girdiğimde, bir gencin tuhaf tuhaf yüzüme baktığını fark ettim. Çok korkmuştum. Ama yapacak bir şey yoktu. İçeri girdim. Daha önceden tanıştığımız bir arkadaşım da oradaymış o beni görerek hemen yanıma koştu.— Hayrola abi! Ne işin var burada? Diye sordu. Ben durumu kısaca anlattım. Beni alıp koğuş mümessilinin (diğer adıyla koğuş ağasının) huzuruna çıkardı. Arkadaşımın himmeti ile bir yatağa yerleştim. İçeri girerken bana tuhaf tuhaf bakan genç, tam karşımda belirdi şaşkın ve donuk yüzle bana bakmaya devam ediyordu. Ben daha da tedirgin oldum. Arkadaşım:—- Hadi yemeğe inelim, yemek saati geldi, diyerek kalktı, ben de onu takip ettim. Yemekhanede bir masaya oturduğumuzda, o genç masada tam karşıma oturdu. Hala bana tuhaf bir şekilde bakıyordu. Arkadaşım bizi tanıştırdı. “Cinayetten burada dedi.”Ben daha da korkmuştum. Yemeğimizi yedik ve tekrar yukarı çıktık. Yatsı namazına kadar, o genç ve arkadaşım sohbet ettik. O genç, zaman zaman dalıyor, sonra rüyadan uyanırmış gibi irkiliyor ve bana bakıyordu.Ben tedirginlik ve endişe ile kalktım, yatsı namazı için hazırlanmak amacıyla. Yatsı namazını kıldık, tekrar yemekhaneye inerek çay içtik, saat yirmi üç sularında, ben müsaade isteyerek yatmak üzere koğuşa doğru çıkıyordum. Merdivenlerin başında, tekrar o gençle karşılaştık. Ben selam verdim, tam yanından geçecektim ki:— Hocam biraz konuşabilir miyiz? Dedi.— Tabi kurban buyur, dedim… Ama tedirgindim.Beraberce koğuşa girdik ve onun yatağına oturduk. Bir müddet sessizlikten sonra konuşmaya başladı.— Ben burada cinayetten yatıyorum. Artık dayanamaz olmuştum ve doğrusu dün gece intihar etmeye karar vermiştim. Ama gece rüyamda bir zatı gördüm. Falan abinin yanında resmi olan Zatı gördüm. Bana:— Oğlum, kötü şeyler düşünmeyi bırak! İnşallah her şey düzelecek, ben sana birini gönderiyorum. İnşallah o ne derse, ona tabi ol ve Allah'a sığın... Dedi ve yanındaki kişiyi işaret etti. O yanındaki kişi sendin. Onun için akşam senin kapıdan girdiğini görünce acayip korktum. Valla hocam, bana ne diyorsan ben onu yapacağım, size hayatımı borçlu oldum şimdi... Dedi ve sustu.Ben ondan daha da şaşkın durumda idim. Seyda Hazretlerinin “Her şeyde bir hayır vardır” sözünü hatırladım. Zemheride akasya ağaçlarına çiçek açtıran Rabbim, bu gencin zemheriye dönmüş kalbinden de çiçekler açtırmıştı ki bu çiçekler, nice lezzetli meyvelerin habercisi idi.— O zaman ilk şey, tövbe edeceksin ve yaptıklarından pişman olduğunu Allah'a itiraf edeceksin, dedim. — Tamam, sen ne diyorsan öyle yaparım, dedi. Beraberce tövbe ettik, hıçkırıklara boğularak, ağlayarak ve gerçekten pişman olarak tövbe ettik. Herkes bize bakıyordu. O ana kadar mağrur ve kabadayı tavırlarıyla tanınan bu gencin, bambaşka bir yüzünü görmek herkesi şaşırtmıştı.O gece yapacağı şartları anlattım ve:— Şu isimleri de ezberlersen, sana zikir dersi vereceğim, diyerek yanından ayrıldım. Sabah namazında beraber safa durduk. Namazdan sonra gece gördüğü rüyayı anlattı. Yine Seyda Hazretlerini görmüştü. — Hocam, isimleri de ezberledim, bana zikir dersi verecektin... Dedi.— Ezberledin mi isimleri! Diye, şaşkınlıkla sordum.— Evet, hocam ezberledim, dedi.“Allah Mübarek Etsin, Ahmet!”Aradan geçen 3 gün içinde, ortalama 30 kişi ile beraber tövbe etmiş ve namaz kılmaya başlamıştık. Zamanım dolup da çıkma günüm geldiğinde, sanki yıllardır burada kalmış ve dostluklar kurmuş gibiydim. Dışarı çıkarken, arkamda yaşlı gözleri gördüğümde, “Her şey de bir hayır vardır” diyen Seyda Hazretleri, sanki yanımda idi.Oradan çıktığım günün akşamı, doğruca Seyda Hazretlerinin yanına gittim. Bana:— Nerelerdesin Ahmet? Diye sordu.— Hapisteydim Sultanım, dedim. Tebessüm etti.— Ne yaptın mapusta Ahmet? Diye sordu.— Beraber tövbe ettiğimiz kimseler oldu Sultanım, dedim ve kısaca durumu anlattım.— Maşallah! Allah Mübarek etsin... Dedi. Düşündüm bir an; bu işin normali, hapisten çıkan insana “Geçmiş olsun” demek değil miydi? Ama durumu öğrenen herkes “Allah mübarek etsin” diyordu…Ben, Seyda Hazretlerinin yanında ayrılırken, hapse girmenin bile ne gibi hayırlara vesile olabileceğini düşünüyordum. Her halimizi tertip eden ve bizi hayırlara sevk eden Allah'a şükrettim.Biri bizi gözetliyordu. Hem de her anımızı… Tüm sırlarımızı… Ve ta kalbimizin en gizli noktasını…

AHMET ÖZ

BİR DERVİŞİN ANILARI

Onu Sevdikçe...

Efendim ne zaman içili bir musiki duysam,Ve sabah vaktini heyecana boğan ezan sesi dinlesem.Sen geliyorsun aklıma.O pırıl pırıl gözlerin.ve ta ötelerden geldiğini sandığım bakışların geliyor aklıma.Bir muhabbet çağlayanı doluyor içime.Ve sana baktıkcaTüm Kâinatı sevmeyi öğreniyorum."Yaratılanı severim Yratandan ötürü"diyen Derviş Yunus'un dediğini başarmak kolaymıdır?Günlük hayatta insanlarala olan ilişkikerimizde,arkadaşlıkların değerini ve iyi dostlara sahip olmanın önemni ve verdiği mutluluğu gittikce daha çok farkediyorum.Zikir ehliyiz,tasavvuf ehliyiz ama hala gönül hastalıklarımızla boğuşup durmaktayız.En yakınımızda bulunan kişilere bile nefsimiz biraz haset, biraz öfke duyar.İnsanın insanları sevip çevresine iyilik nazarı ile bakması, hatta bütün insanları şefkatle kucaklayabilmesi, birazda kendini bilmesine kendi mahiyetini keşfedipAllah-u Zülcelal ile olan münasebetine bağlıdır.İYİ KAZANÇ GÜZEL BAKANLARINDIRBu nasıl mümkündür?tabiki sevgi ile...Çünkü sevgi, insanı yaşatan bir iksirdir;İnsan sevgiyle yaşar...sevgiyle mutlu olur sevgi ile çevresini mutlu eder.insan birbirini sevgi ile hisseder, sevgi ile duyar.Allah-u Zülcelâl insanları birbirine bağlama konusunda sevgiden daha güçlü bir irtibat unsuru bir zincir yaratmamıştır.Bir hafta sonu idi.seyda Hz.ile akşam namazından sonra,hemen kitap çalışmaları için bir odaya çekilmiş ve hummalı bir çalışmanın içerisine girmiştik."Mü'min kardeşliği" isimli eserini kaleme alıyordu.O sırada odadan içeri bir sofi girdi.Müsaade istedi, bir sıkıntısı olduğunu ve seyda hz. ile görüşmek istediğini söyledi.Müsade aldıktan sonra oturdu ve sıkıntılarını anlatmaya başladı.Kendi memleketinde olan sıkıntılardan bahsediyordu."falan kişi şöyle yaptı, filan kişi şöyle yaptı" gibi kendi sıkıntılarından çok insanları şikayet ediyor ve memleketteki ortamdan ne kadar hoşnutsuz olduğunu anlatıyordu.Seyda Hz. sofiyi dinlerken çehresi değişti.sabırla dinledi, sofi sözlerini bitirince "İyi olur İnşaAllah, birbirimize dua etmemiz lazım" dedi.seyda Hz. bie müddet daha sessiz sessiz oturdu.Üzülmüştü."insan kendi hatalarının casusu olunrsa, başkalaının hatalarını çok az görür"diyerek devam etti;"bir gün Gavs Hz. 'nin yanına birisi gelmiş.Gavs Hz. o sofiyi yanına çağırmış:-Memlekette ne var ne yok, sofiler nasıl?diye sormuş.O sofi:-Gavsım sofiler hiç muhabbetli değiller, birbirleri ile küs oluyor, tartışma içersne giriyorlar, cezbe ve muhabbet kalmadıdiye cevap verince ,gavs Hz. çok üzülmüş.Öğlen vakti aynı memleketten başka bir sofi gelmiş.Gavs Hz. onu da yanına çağırmışve ona da :-Memlekette ne var ne yok, sofiler nasıl?diye sormuş,O sofi de:-kurban saadatların himmeti ile sofiler çok muhabbetli. Her gün hatmelerimizi yapıyoruz, sohbetlerimizi yapıyoruz, sofiler birbirlerine muhabbetle bağlı, cezbe ve muhabbetten yanıyoruz.demiş.Gavs hz. bu sözleri duyunca yüzü gülmüş neşelenmiş sofiye;-Allah razı olsun desene saadatların istediği gibidir!demiş.seyda Hz. bu sözlerden sonra bir müddet daha sessiz kaldı ve kitap çalışmasına devam ettik.aklım fikrim bu sözlerle dolmuştu.Düşündüm düşündüm....geldiği memleketin ahvalini kötü anlatan ve sofi kardeşlerini şikayet eden ensanın eline ne geçmişti? "Hiç.." Oysa memleketini güzel anlatan , sofileri güzel anlatanyüreği sevgi dolu olan şahış dua almıştı.Kazanç hep iyilerin ve iyi görenlerin oluyordu.İNSAN OLMAK BİR SANATTIRİnsanların hatalarını sayıp dökmekten daha kolay ne var ki dünyada.En zor olan, insanın kendi hatalarını rapor haline getirmesi, Kendi eksiklerini bilmesi lazım değilmi?Müminler , Allah rasulu (sav) Efendimizin buyurduğu gibi " Bir vucudun uzuvları gibidir"Vücudumuzda el ayağa rakip oluyormu?Dil dudağı ayıplayabilir mi? Göz kulağın kusurunu görebilirmi? Kalp kafa ile münalaşa eder mi?İnsan olmak bir sanattır.Her sanatı öğrenmek için bir üstada başvurmak , sabırla , gayretle ,azimle, yanında zaman geçirmek ve sanatı öğrenmeye çalışmak gereknez mi?işte;Seyda Hz. bu sanatın en güzide ustalarından birisi.Onun yanında olduğumuz her an, insanlığımızın eksik yanlarını fark ederdik.Hayata bakış açımız değişirdi.Gözleri ışıldıyarak konuşan , etrafa adeta enerji ve ışık saçan, almaktan çok vermeyi tercih eden, kendini dinletmekten çok başkalarını dinlemeyi amaç edinmiş, bağıra çağıra değil de ipeksi, yumuşak bir ses tonuyla konuşan, insanın içine huzur veren birisi.Seyda H. den öğrendiğim en önemli şeylerden biri, Kendimizi ve insanları sevmenin yaşamı ne kadar sihirli bir bahçe haline getirdiğidir.Ve gerçekten, O ve Onun gibi güzel insanları sevdikçe , tüm insanları sevmeyi öğrenirsiniz.

Gülistan dergisi