20 Nisan 2014 Pazar

ALLAH’A NASIL DOST OLUNUR?

Hadisi şerif
 

Ebu Hureyre radıyallahu anhudan rivayet edildiğine göre;
Resulullah sallallahu aleyhi vesellem; “Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:” dedi:

“Her kim (ihlâs ile bana kulluk eden) bir dostuma düşmanlık ederse ben de ona karşı harp ilan ederim. Kulum kendisine farz kaldığım şeylerden, bence daha sevimli herhangi bir şeyle bana yakınlık kazanamaz. Kulum bana (farzlara ilâveten işlediği) nafile ibadetlerle durmadan yaklaşır, nihayet ben onu severim. Kulumu sevince de (adeta) ben onun işiten kulağı, gören gözü, tutan eli ve yürüyen ayağı olurum. Benden her ne isterse onu mutlaka veririm, bana sığınırsa onu korurum.”
Kaynak: Buhari, Rikak 38.

Hadisin önemi

Allahu Teâlâ, dostlarını sevgi ve himayesine almıştır. Onlara herhangi birinin bir kötülük yapmasından da onları korur. Bu hadisi kutsî, dünya ve ahirette, Allah’ın dost ve sevgililerinin kimler olduğunu beyan etmektedir. Bunun için bu hadisi kutsî Allah dostlarını anlatmakta çok önemli sayılmıştır.

Tuhî bu hadis için şöyle demiştir: “Bu hadisi kutsî, Allah yoluna girip Allah’ın marifet ve muhabbetine ulaşmada asıldır. Aynı zamanda iman gibi kalbî farzların, İslam gibi bedenî farzların ve her ikisinin birleşiminden meydana gelen ihsan, ahlak ve tasavvufta, bu hadisi kutsî esas alınır. Zaten Cibril Hadisi’nde de bu konu izah edilmiştir. İhsan tabiri, Allah yolunda manevi yürüyüş yapan saliklerin; zühd hayatı, ihlâs, samimiyet ve her an Allah’ın murakabe ve gözetimi altında oldukları mülahazası gibi makamları ihtiva ve ifade etmektedir.”

Açıklamalar

Yalnızca Allah’a güvenen, O’nu dost edinen, o nedenle dünyevi herhangi beklentileri olmayan, bütün varlığıyla Allah’a yönelmiş, her hal ve davranışlarında Allah’ın Resulünün sünnetini benimsemiş kişilere “velî” denir. Veli, salih kişi demektir.

Sürekli Allah ile olduğunun şuuruyla hareket eden ve amel yapan kimse anlamına da gelir. “Evliya” da “veliler” anlamına gelir ki, “veli”nin çoğuludur.

Böyle bir kişiye bu iyi halinden, ibadet ehli oluşundan, iyi Müslümanlığından dolayı düşmanlık etmek, onun, inanıp gereğince yaşadığı esaslara ve onları koyan Allah’a düşmanlık etmek demektir.

Allah Teâlâ, kendi dostlarına düşmanlık edenlere harp ilan edeceğini bildirmektedir. Bundan dolayı, mücahedeyi hayat tarzı olarak benimsemiş insanlara, bu hallerinden dolayı düşmanlık etmek, Allah Teâlâ’nın düşmanlığını karşısında bulmaktır. Böyle bir durumda kimin muvaffak olacağı bellidir.

Faiz yiyenler de…

Allahu Zülcelâl, Kuran-ı Kerîm’de sadece faiz yiyenlere harp ilân edeceğini bildirmiştir. (Bakara; 279) Bu hadisi kutside de dostlarından herhangi birine düşmanlık edenlere karşı harp açacağını duyurmaktadır. Bu, her iki fiilin son derece büyük bir günah olduğunu göstermesi açısından çok önemlidir.

Faiz yemekle, Allah dostlarına düşman olmak dışında, işleyene Allah Teâlâ’nın harp ilan ettiği başkaca bir günah yoktur. O halde her iki konuda da çok dikkatli olmak gerekmektedir. Zira Allah ile harbe kalkışanın, asla iflah olmayacağı bellidir.

Önce farzlar…

Allah’a yakın olmanın Allah katında en makbul yolu, Allah’ın emrettiği farzları yerine getirmektir. Kul, yapmakta olduğu farzlara ilave olarak yapacağı nafilelerle Allah’a yakınlıkta mesafe alabilir. Ancak farzları ihmal edip nafilelerle meşgul olmak, insanı kesinlikle böyle mutlu bir sonuca götürmez.

Önce farzları, sonra da nafileleri işlemeye devam eden Müslüman, sürekli mücahede içinde olan insan demektir. Bu ısrar ve devamlılık neticede, Allah Teâlâ’nın rıza ve sevgisini kazandırır. Allah Teâlâ bir kulunu sevince de artık o kul, en büyük ve yegâne desteği elde eder.

Onun her işi düzgün olur. Tüm organları, görevlerini isabetle yerine getirir. Allah’ın yardımı ve hidayeti her işinde görülür. İstekleri yerine getirilir. Korunmayı dilerse tehlikenin boyutu ne olursa olsun, Allah Teâlâ onu korur. Çünkü seven, sevdiğini yardımsız bırakmaz.

Rivayet edildiğine göre Ömer b. Hattab radıyallahu anhu şöyle demiştir: “Amellerin en üstün olanı, Allah’ın farzlarını yerine getirmek, haramlardan sakınmak ve Allah katında niyetinde sadık ve samimi olmaktır.”

Kulu Allah’a yaklaştıracak bedenî ibadetlerin en büyüğüne gelince hiç şüphesiz ki bu namazdır. Çünkü Allah Teâlâ şöyle buyuruyor: “Hayır! Ona uyma! Allah’a secde et (ve yalnızca O’na) yaklaş!” (Alâk; 19)

Peygamberimiz; “Kulun Allah’a (manen) en yakın olduğu an secde halidir.” buyurmuştur. Devlet başkanlarının halkını adaletle yönetmesi, aile reisinin de aile fertleri arasında adil davranması, kulu Allah’a yaklaştıran farzlardandır.

Bu hadisi kutsîde, Allah’ın kulunu sevdiğine işaret sayılan birkaç husus sıralanmaktadır. Öncelikle bir kulun farz olan görevlerine ek olarak, nafile ibadetlerle Allah’a yakınlık kazandığı ve sonunda Allah’ın sevgisine ulaştığı belirtilmektedir. Demek ki, farz ve nafilelerde devamlılık göstermek, Allah’ın sevgisini kazanmaya vesile olmaktadır.

Allah Dostları kimlerdir?

Veliler, Allah’a samimiyetle itaat eden seçkin kullardır. Allahu Teâlâ Kuranı Kerim’de, bunları iman ve takva sıfatıyla beyan etmiş ve şöyle buyurmuştur: “Bilesiniz ki, Allah’ın dostlarına korku yoktur; onlar üzülmeyecekler de. Onlar iman edip de takvaya ermiş olanlardır.” (Yunus; 62-63)

Ayeti kerimede de beyan edildiğine göre, Allah dostluğu için birinci esas iman, ikinci esas da takvadır.

Bu durum, insanların Allah’ın dostluğuna girip o dostluğun güvencesinde emin ve mutlu yaşamaları için insanlara geniş bir kapı açmaktadır. Artık insanlar bu kapıdan girecek, ihlâs ve itaat derecelerinde ilerleyip bu ümmetin hayırda öncü olanlarının makamına ulaşacaklardır.





Allah’a dostlukta en yüksek dereceye sahip olanlar peygamberlerdir. Bunlar her türlü günah ve hatadan korunmuş, masum ve Allah tarafından mucizelerle teyit edilmiş insanlardır.

Peygamberlerden sonra Allah’a dostlukta en yüksek olanlar Allah Resulünün Ashabıdır. Onlar, Kur an ve Sünnet’le amel ederek bu dereceyi elde etmişlerdir. Onlardan sonraki tüm asırlardan günümüze kadar, Allah ile dostluk kuranlar, hep Kur an ve Sünnetle amel ederek bunu elde etmişlerdir.

Çünkü iman ve takva olmaksızın ve özellikle Peygamberimiz sallallahu aleyhi veselleme tabi olmadan, onun çizmiş olduğu yoldan yürümeden, bütün söz ve işlerinde peygambere uymadan Allah ile dostluk kurmak, muhakkik ulemanın beyanına göre asla mümkün değildir.

Günahları terk farzdır

Allah Teâlâ kullara günahlarını terk etmelerini farz kılmış, yasak sınırlarını aşıp masiyet işleyenleri hem dünyada hem de ahirette cezalandıracağını haber vermiştir.

Bu manada masiyetleri (günah ve isyanları) terk etmek hadisi kutsîdeki “kulum kendisine farz kıldığım şeylerden, bence daha sevimli herhangi bir şeyle bana yakınlık kazanamaz.” sözünün kapsamına girmektedir.

Peygamberimiz şöyle buyurmuştur: “Size herhangi bir şeyi emrettiğimde, onu gücünüz yettiği ölçüde yerine getiriniz. Size bir şey yasakladığım zaman da kesinlikle ona yaklaşmayınız.”

İbn Recep bu hadisi kutsînin açıklamasında, “Bütün masiyetler, Allah ile savaşmaktır” demektedir.

Hasan b. Âdem’inde; “Ey insan! Senin Allah ile savaşmaya gücün yeter mi? Çünkü Allah’a asi olan, Allah ile savaş yapıyor demektir.” dediği nakledilmiştir. Ancak günah ne kadar büyük ve çirkin olursa savaş da o nispette şiddetli olur. Bunun için Allah Teâlâ faiz yiyen ve yol kesenleri, Allah ve Resulü ile savaş yapanlar olarak nitelendirmiştir. Çünkü bunların kullara zulümleri, yeryüzündeki fitne ve fesatları pek büyüktür.

Nafilelerle Allah’a yaklaşmak

Allah katında bu yakınlık ve sevgi, ancak farzları eda etmek, nafile ibadetlere devam etmek, haram ve yasaklardan sakınmakla mümkündür. Bu da kula, Allah’ın sevgisini kazandırır. Allah bir kulu sevince onu salih amel, zikir ve ibadetle meşgul eder. Sonuçta kul, Allah’a yakınlık kazanıp Allah katında manevî bir paye elde eder.

Nafile ibadetler arasında kulu Allah’a yaklaştıran en büyük sebeplerden biri de manasını düşünüp anlayarak çok çok Kur’an okumak ve dinlemektir.

Tirmizî’nin Ebu Umame’den rivayet ettiğine göre Peygamberimiz sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyuruyor: “Kul Kur’an okumak gibi başka hiçbir şeyle Allah’a yaklaşamaz.” Sevenlere göre sevgilinin sözünden daha tatlı hiçbir şey olamaz. Sevgilinin sözü, onların kalplerinin lezzeti ve en büyük arzularıdır.

İbn Mesut şöyle demiştir: “Kuran’ı seven, Allah ve Resulünü de sevmiştir. Allah’ı çokça zikretmek de nafile ibadetlerin en büyüklerindendir.” Allah Tealâ şöyle buyuruyor: “Öyleyse siz beni (ibadetle) anın ki ben de sizi anayım.” (Bakara;152)

Allah dostunda Muhabbetullah

Allah dostunun, Allah’ın sevgisine mazhar olmasının eseri, hadisi kutsîdeki “Ben kulumu sevince (adeta) onun işiten kulağı, gören gözü, tutan eli, yürüyen ayağı olurum.” ifadelerinde anlatılmaktadır. Bu hadisin bazı rivayetlerinde “Ben onun düşünen kalbi ve konuşan dili olurum.” İfadelerine de yer verilmiştir.

İbn Recep bu ifadelerden maksadın ne olduğunu şu şekilde açıklamaktadır: “Farz ve nafile ibadetlerle Allah’a yaklaşmaya çalışanı, Allah kendisine yaklaştırır. Ve onu iman derecesinden ihsan derecesine yükseltir. Artık bu insan kalp huzuru içinde, sanki Allah’ı görüyor gibi tam bir murakabe ile Allah’a ibadet eder. Kalbi, Allah’ın marifet, muhabbet, azamet ve heybeti ile dolu, Allah ile sıcak dostluk kurarak, ona âşık olur.

Nihayet kulun kalbindeki bu derin marifet ve basiret, gönül gözüyle kendisi tarafından da müşahede edilir. Kalp Allah’ın azameti ile dolunca, bu durum kalpten Allah’tan başkasını siler götürür. Kalpte, kulun nefsi arzularını düşünmek gibi bir şey kalmaz.

Bu kul, Mevla’nın istek ve iradesinden başka bir şey istemez. Artık bu kul, sadece Allahu Zülcelal’in zikrini konuşur, onun emri ile hareket eder, konuşmasında, dinlemesinde, bakmasında ve tutmasında hep Allah ile beraberdir. İşte hadisi kutsî’deki “Ben onun işiten kulağı, gören gözü olurum” gibi ifadelerinden maksat budur.

Yani bundan, Allah’ın varlıklara hulul edip girmesi yahut onlarla birleşmesi gibi manalar kast etmek doğru değildir.
Şevkânî şöyle demiştir: “Hadisi kutsîdeki bu ifadelerden maksat, bu uzuvlara Allah’ın nurunun ulaşıp hidayet yollarını göstermesi ve bunlardan masiyet ve günah bulutlarını bertaraf etmesidir.”

Allah’ın dostuna düşmanlık!

Veli bir kul, kendi tedbir ve planlarını bir yana bırakarak, tamamen Allah’a teslim olmuş, kendi nefsi için intikam almayıp işi Allah’ın takdirine bırakmıştır.

Dünyada, Allah dostu veli bir kula eziyet eden hiçbir insan için bu kişinin malına, canına yahut evladına bela gelmedi diye, Allah’ın intikamından kurtulmuş olacağına hüküm vermemelidir. Çünkü bela, buna benzer daha başka konularda da gelebilir.

Mesela din konusunda bir musibet gelebilir ve Allah korusun, bir veliye eziyet etmek, o kişinin ahirete imansız gitmesine sebep olabilir. Allahu Zülcelâl, hepimizi böyle bir duruma düşmekten muhafaza eylesin. (Âmin)

Not: Bu yazının hazırlanmasında, İmam Nevevî Hazretlerinin “Hadislerle İslam” isimli eserinden faydalanılmıştır.
GÜLİSTAN DERGİSİ



ALLAH’TAN KORKMANIN ZAMANI GELMEDİ Mİ? ( MUHAMMED KONYEVİ HZ. SOHBET)

Kendimizi Düzeltelim

Allah-u Zülcelâl ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur: “… Melekler de her kapıdan yanlarına girip şöyle diyecekler: ‘Sabrettiğiniz için size selam olsun. Dünya yurdunun sonu (cennet) ne güzeldir!” (Ra'd; 23-24)

Ne mutlu o insanlara ki, kıyamet gününde melekler onlara bu ayet-i kerimedeki gibi “Sabrettiğiniz için size selam olsun” diye hitap edeceklerdir. Dünyada Allah’ın ibadetinin ve itaatinin üzerinde ve günahlardan kendini muhafaza etmede sabredenlere, bu ayet-i kerime bir müjdedir. Bu kimselerin akıbeti ne güzeldir.

Henüz daha elimizde fırsat varken, Allah-u Zülcelal'e ibadet etmek suretiyle kulluk yaparsak ve takatimizin yettiği kadar, kendimizi günahlardan muhafaza edersek inşaallah, Allah-u Zülcelâl de kıyamet gününde meleklerine emir verecek ve onlar da bize bu şekilde hitapta bulunacaklardır.

Örnek olarak diyelim ki, bir işveren var. Kim gidip onun iş yerinde bir gün çalışırsa ona bir milyon maaş verecek. Şimdi kendi nefsimize soralım. Eğer yarın gidip bu kimsenin yanında çalışırsak bize, bir milyon maaş verecek. Bunu istemez miyiz? Tabi ki bunu her kime söylersek hemen kendisi, çocukları ve akrabalarıyla hasta dahi olsa sürünerek gider ve o işte çalışır. Çünkü karşılığında bir milyon vardır. Oysa Allah-u Zülcelal'in bizim için hazırlamış olduğu nimetlerin değeri milyonlarla ölçülemez. Fakat maalesef bunun idrakine varamıyoruz. Bu şuur bizde yoktur. Eğer bu şuur bizde olsaydı, halimiz nasıl olursa olsun, hiçbir fırsatı kaçırmamak için sonuna kadar mücadele ederdik.

Kastımız Allah-u Zülcelal’in rızası olsun…

Allah-u Zülcelâl, her insanı ayrı meşreplerde ve ayrı gayretlerde yaratmıştır. Demek ki bu bir kaidedir. Bazı insanların gayretleri daha fazla, bazılarının ki ise daha azdır. Fakat insan, Allah-u Zülcelal'den samimi olarak istediği zaman, Allah-u Zülcelâl onun gayretini arttıracaktır. Eğer daima ibadet yapmak istediğimiz halde elimizden gelmiyorsa da buna niyetli olalım. Samimi bir şekilde: “Keşke benim yüz tane vücudum olsaydı, çok kuvvetli olsaydım da gece gündüz Allah-u Zülcelal’in dinine hizmet etseydim” diye, hararetli olarak Allah-u Zülcelal'den isteyelim.

Herkesin bir görevi vardır. Bizim bazı zahiri ve manevi görevlerimiz vardır. Bu görevleri yerine getirdiğimiz zaman, Allah-u Zülcelâl bunların karşılığını mutlaka fazlası ile verir. İnsan Allah-u Zülcelal'e âşık ise, O'nun yanındaki ecir ve sevaplara karşı düşkün ise ve onları talep etmede samimi ise Allah-u Zülcelal de hem ona nimetlerini nasip eder hem de onun halini bu makamına göre tutar. Onun için insanın, “Benim halim Allah-u Zülcelal'in katında acaba nasıldır?” diye düşünmesi lazımdır. Kendisini bu şekilde tartarak kendi halini bilebilir.

Peki, insan, Allah-u Zülcelal'in yanındaki makamının ta arş-ı âlâ'ya kadar olmasını istemez mi? Muhakkak ister ama sadece istemek yeterli değildir. Elinden geldiği kadar gayret göstermelidir. Bazı hikmet ehli kimseler, Allah-u Zülcelal'in ibadetini tatlılıkla yapmak için, “İnsan ibadet yaptığı zaman, onu sağlam bir kalbi niyetle yapmalıdır” derler.

Her ne yaparsak yapalım kastımız niyetimiz, Allah-u Zülcelal’in rızası olmalıdır. Namaz kıldığımız zaman, oruç tuttuğumuz zaman sadaka verdiğimiz zaman, bir insana yardım ettiğimiz zaman, yani her ne yaparsak yapalım Allah'ın rızasına niyet ederek olmalıdır. İnsanlara güzel ahlakla davrandığımız zaman, “Allah-u Zülcelâl güzel ahlaklı olmayı emretmiştir” diye, o niyetle konuşmamız, ne yaparsak, “Allah-u Zülcelâl emrettiği için ben yapıyorum” dememiz lazımdır. Komşumuza bir iyilikte bulunduğumuz zaman: “Allah-u Zülcelâl, komşuya güzel davranmayı, Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem vasıtasıyla emrettiği için bunu yapıyorum” diyerek yapmamız lazımdır.

Böylece yeryüzünde her ne yaparsak, hepsini Allah-u Zülcelal'in rızası niyetiyle yaptığımız zaman, ibadetin tatlılığı ruhumuza yerleşir. İnsan bu şekilde davrandığı zaman, Allah-u Zülcelal'e karşı insanda bir minnet hissi doğacaktır. Çünkü o niyeti bize veren de Allah-u Zülcelal'dir. O verdiği için ona karşı minnettar olduk. O zaman bu nimete karşı da şükretmemiz lazımdır. Şükrettiğimiz zaman da Allah-u Zülcelâl, üzerimizdeki o nimeti daha da artıracaktır.


Sıkıntı ve darlıklardan kurtuluş

Allah-u Zülcelâl ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur: “Zünnun'u (balık sahibi Yunus'u) da hatırla. Hani o, öfkelenerek gitmişti de bizim kendisini hiçbir zaman sıkıştırmayacağımızı sanmıştı. Fakat sonunda karanlıklar içinde: ‘Senden başka ilah yoktur, seni tenzih ederim, ben gerçekten zalimlerden oldum’ diye seslendi. Bunun üzerine duasını kabul ederek, kendisini içine düştüğü sıkıntıdan kurtardık. İşte, müminleri böyle kurtarırız.” (Enbiya; 87-88)

Allah-u Zülcelâl, ezelden, bu ayet-i kerime ile Yunus aleyhisselamdan örnek vererek, Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellemin ümmetinden olan bütün kullarına yol göstermiştir.

Bu kıssa, Yunus aleyhisselama ait olduğu halde, Kur'an-ı Kerim de Hz. Peygamber sallallahu aleyhi veselleme nazil olmuştur. Bu ayet-i kerime bizim için bir rehberdir. Nasıl, Yunus aleyhisselam balığın karnında, dar bir zamanda Allah-u Zülcelal'e yalvarıp müracaatta bulununca, Allah-u Zülcelâl onu kurtardı ise daha sonra gelen insanlar da darda kaldıklarında Allah-u Zülcelal'e dua edip Yunus aleyhisselam gibi yalvarırlarsa Allah-u Zülcelâl onları da kurtarır ve sıkıntılarını giderir.

Yunus aleyhisselamın balığın karnında yapmış olduğu bu dua yani, “Lâilahe illa ente subhaneke inni kûntu minezzalimin” duası için İsm-i Azam denilmiştir. İsmi Azam demek, bu duayı insan ne niyetle okursa okusun, Allah-u Zülcelâl o kimsenin duasını kabul eder demektir.

Yunus aleyhisselam, Allah-u Zülcelal'in izni olmadan bulunduğu beldeyi terk etmişti. O yüzden de Allah-u Zülcelâl O'nun başına musibet vermiş ve Yunus aleyhisselam kırk gün balığın karnında kalmıştır. Allah-u Zülcelâl, Hz. Peygamber sallallahu aleyhi veselleme, Miraca çıktığı zaman, kudret ve azametine delalet eden birçok alametler gösterdiği gibi, Yunus aleyhisselama da denizin dibinde balığın karnında iken, kudret ve azametine delil olarak birçok alametler göstermiştir.

Yunus aleyhisselam bunları görünce: “Ya Rabbi! Senden başka ilah yoktur. Seni bütün noksanlıklardan tenzih ederim. Gerçekten ben zulmedenlerden oldum” diye yalvarıp Allah-u Zülcelal'e karşı hatasını itiraf etti. Bunun üzerine Allah-u Zülcelâl şöyle buyurdu: “Biz de duasını kabul ile icabet ettik, kendisini üzüntüden kurtardık. İşte biz, iman edenleri böyle kurtarırız.” (Enbiya; 87)

Yunus aleyhisselam bütün müminlere bir örnektir. Yani, insan aynen Yunus aleyhisselam gibi dara düştüğü zaman eğer hatasını itiraf ederek, tevbe edip Allah-u Zülcelal'e yalvarırsa, muhakkak Allah-u Zülcelâl o kişiye de merhamet edip sıkıntısından kurtarır.

Buna bakarak daima Allah-u Zülcelal'e karşı olan hatalarımızı itiraf edip yalvarmamız lazımdır. Ancak böyle olduğu zaman, Allah-u Zülcelâl bize karşı merhametli ve affedici olarak davranacaktır.


 


Allah-u Zülcelal’in keremi

İnsan, Allah-u Zülcelâl ile arasındaki durumdan ne kadar çok korkar, ne derece bu duruma dikkat ederse, Allah-u Zülcelal'in katında o kadar çok makbul olur.

Âta isminde bir zat vardı. O kıyamet gününde hesap vermekten o kadar çok korkuyor, öyle endişeleniyordu ki şöyle diyordu: “Eğer bir ateş yakılsa ve denilse ki, ‘Kim kendini bu ateşe atarak yok ederse, o kişi kıyamet gününde hesap vermeyecek.’ Ben kendimi o ateşe atmak için giderdim ve daha ateşin yanına varmadan sevinçten ölmekten de korkardım.”

Bir haberde şöyle geçmektedir: “Bir kul, dünyada ‘Ya Kerim!’ dediği zaman, Allah-u Zülcelâl ona: ‘Ey kulum! Sen benim keremimi daha görmedin. Şu anda sen dünya hapsindesin. Ahirete geldiğin zaman cennette asıl keremimi göreceksin’ diye hitap eder.”

İşte, Allah-u Zülcelâl, öyle kerem sahibidir. Ve kıyamet gününde kullarına karşı keremi ile muamele edecektir inşaallah! Ama biz de kendimize biraz çekidüzen verip ibadet yapmalıyız. Nefsimizi ibadetlere zorlamalıyız.

Üveys el-Havlani rahmetullahi aleyhi: “Allah-u Zülcelâl kuluna karşı öyle merhamet sahibidir ki, kulunun hatalarını dünyada kimseye göstermez. Ve onun kalbinde zerre kadar bir hayır varsa, kıyamet gününde onu mahrum etmez.” demiştir.

Onun için pişmanlığın fayda verdiği şu zamanımız varken, pişman olalım. Yoksa pişman olmanın hiçbir menfaat vermediği zamana bırakırsak, hiçbir fayda elde edemeyiz.

Üveysi el-Havlani ibadethanesinde, camide devamlı bir sopa bulunduruyordu. Bunun sebebini sordukları zaman: “İnsanlar hayvanlara sopa ile vuruyorlar ben onlardan daha layığım. Çünkü hayvanlar günahsız ve masumdurlar. Akılları yoktur. Onlara teklifat yoktur. Esasen ben bu sopaya daha layığım. Çünkü Allah-u Zülcelâl bana akıl verdiği halde ben O'na karşı asi oluyorum.” diye cevap veriyordu. Bakın! Onlar nasıl düşünüyorlardı. Allah-u Zülcelâl bize akıl verdiği halde, O'na asi gelmemiz sopaya asıl bizim layık olduğumuzu gösterir.

Allah’tan korkmanın zamanı gelmedi mi?

Biz kendi halimizden ne kadar gafil olursak olalım, Allah-u Zülcelâl bizden asla gafil değildir. O'nun bizden hiç ayrılmayan melekleri vardır. Her insanın biri sağında diğeri de solunda olmak üzere, üstünde iki melek vardır. Bir kimse vefat ettiği zaman, o melekler Allah-u Zülcelal'in huzuruna giderler ve: “Ya Rabbi! Kulun dünyadan ayrıldı, biz nereye gidelim?” diye sorarlar. Allah-u Zülcelâl buyurur ki: “Göklerim meleklerle doludur. Yer de meleklerle ve insanlarla doludur. Hep Bana ibadet ediyorlar. Siz, Benim kulumun kabrinin üzerine gidin. Zikir, tespih ve tehlil yapın ve bunların sevabını da kıyamete kadar kuluma yazın.”

Bakın! Allah-u Zülcelâl kullarına karşı böyle şefkat ve merhamet sahibidir.

Allah-u Zülcelâl bizlere, kendini zikretmemizi ve kalplerimizi O'na yönelterek, ahiret gününe gittiğimizde tüm gerçekleri gördüğümüzde değil, daha bu dünyada iken, o günleri düşünerek korkmamızı emretmektedir.

Peki, biz Allah-u Zülcelal'den ölünce mi korkacağız? O'ndan korkmamızın zamanı gelmedi mi? Daha vakit varken, ölümle burun buruna gelmeden O'ndan korkmamız lazımdır.

 


Umutsuzluğa düşmeyin, tevbe edin!

İnsanın hatalarından dolayı daima Allah-u Zülcelal'e karşı tevbe etmek lazımdır. İster günah olsun, ister gaflet olsun hepsinden dolayı daima, “Ya Rabbi, ben pişmanım, tevbe ediyorum” diye, insanın ağzında “Estağfirullah” bulunmalıdır.

İnsan bir hata yaptığı zaman, bu hata onu Allah-u Zülcelal'den uzaklaştırmamalıdır. Denildiği gibi, insan bir hata yaptığı zaman, tevbe ederse o hata onun için sevap olur. Allah-u Zülcelal'e daha da yaklaştırır. Fakat bazı insanlar vardır ki, hata yaptıkları zaman umutsuzluğa düşüyorlar. Bu çok yanlıştır.

İnsan, arabası biraz yolun dışına çıktığı zaman, eğer arabayı hemen çevirmezse nasıl ki sonunda şarampole yuvarlanırsa; günah da böyledir. İnsan günah işleyerek biraz yolun dışına çıkınca hemen tevbe ederek, yolun üzerine dönmelidir. Ama günah yapa yapa yoldan tam olarak çıkarsa sonunda insanın helak olması kaçınılmazdır.

Tevbe... Tevbe... Tevbe… İnsanın çaresi tevbedir. Yalnız kendimiz için değil, bütün müslüman kardeşlerimize, ailemize tevbeyi anlatıp onların da bundan mahrum olmaması için çaba göstermemiz lazımdır. Çünkü Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: “Bir kimsenin hidayetine vesile olursanız bu dünya ve dünyanın içindeki maldan sizin için daha hayırlıdır.” (Buhari, Müslim, Ebu Davud)

Eğer dünyada böyle bir ticaret imkânı karşımıza çıksaydı kim bilir onun üzerine nasıl gidecektik. Hatta hiç uyumadan o işi yapacaktık. Ama ahiretin mükâfatı göz önünde olmadığı için gevşek davranıyoruz. Ancak onu öldükten sonra göreceğiz…

Allah-u Zülcelal kendi fazlı ve keremi ile bizlere muamele etsin ve hepimize razı olacağı şekilde salih amel nasip etsin... (Âmin)
SEYDA MUHAMMED KONYEVî

HACEGAN BAHÇESİNİN GÜLÜ Yakub-i Çerhî -kuddise sirruhu-

Yakub-i Çerhi kuddise sirruhunun tasavvuf yoluna ilk intisabı Şah-ı Nakşbend Hazretleriyledir. Ancak seyr u sülûkünü tamamlaması, Alâeddin Attâr kuddise sirruhu vasıtasıyla olmuştur. Zahir ve batın ilimlerinde derinlik kazanmış bulunan Yakub Çerhi, pek çok halife yetiştirdi ve pek çok kimsenin Hak yola girmesine vesile oldu.

Ortaboylu, beyaz tenli, gökçek yüzlüydü. Sakalı seyrek ve beyazdı. Alnında bir ben vardı. Zahir ve batın ilimlerinde rüsuh ehli, zahirî ve batınî rumûz sahibiydi.

Yakub-i Çerhî, yıllarını alan zahir ilmini tamamlayınca bir karar verdi. Artık zaman, bildiklerini hayata aktarma dönemiydi. Bu yüzden, yıllardır sevgi ve muhabbet duyduğu, ama bir türlü aralarına karışıp onlardan biri gibi olamadığı dervişlerin dergâhına gitmek istiyordu; devrin gönüller sultanı Şah-ı Nakşibend Hazretlerinin dergâhına ve sûfîlerin arasına, Buhara’nın Kasr-i Arifan köyüne!

Gerçi Şah-ı Nakşibend ismini çok iyi biliyordu ve dergâha gidip gelmişti, onun dervişleri arasına girmişti. Ama önce ilim öğrenmem gerek diye düşünerek, zahirî ilimleri tamamlamıştı.

Azîzan Yolu

Yakub-i Çerhî kuddise sirruhu, Şah-ı Nakşibend (kuddise sirruhu) Hazretlerinin huzuruna vardı. Elini öptü. Yıllardır gönlünde sakladığı niyetini arz etti:

- Efendim! Artık rahmet nazarınızı daha fazla hissetmek istiyorum. Şah-ı Nakşibend kuddise sirruhu ona şöyle dedi:
- Şu an memleketine mi dönüyorsun?
- Evet efendim. Ama sizleri çok seviyorum ve bundan böyle ömrümün kalan günlerini artık size hizmetle geçirmek istiyorum.
- Niçin?
- Sizler, şanı büyük zatlardansınız. Halk arasında hüsnü kabul görmektesiniz.
- İnsanların bize itibar etmelerinin sebebi nedir? Bu, şeytanın bir aldatmacası olamaz mı?
- Hayır efendim. Halkın size itibar etmelerinin asıl sebebi, Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi vesellemin, “Allah bir kulu severse, o kulunun sevgisini insanların kalplerine de yerleştirir.” (Buhârî, Müslim, İbn Hibbân) buyurduğu hadis-i şeriflerine dayanır. Ben buna inanırım.

Yakub-i Çerhî kuddise sirruhunun bu sözlerinden Şah-ı Nakşibend kuddise sirruhu memnun oldu. Ona şöyle dedi:
- Bizler Azîzan Hazretlerinin (Seyyid Emîr Külâl Hazretlerinin) yolundayız.
Yakub-i Çerhî, Şah-ı Nakşibend hazretlerinin bu sözlerini duyunca irkildi. Zira bir ay kadar önce gördüğü rüyada kendisine, “Azîzan müridi olmalısın” denilmişti. Yakub-i Çerhî, kendisini toparladı ve Şah-ı Nakşibend hazretlerinin yanından ayrılmak üzere izin istedi. Şah-ı Nakşibend hazretleri ona:
- Bana bir emanet bırak, onu gördükçe seni hatırlayayım, dedi. Ancak bir ilim yolcusunun üzerinde ne olabilirdi ki?
- Efendim! Sahibi olduğum bir eşyam yok, dedi. Şah-ı Nakşibend hazretleri:
- O zaman ben sana kûfiyemi (başa örtülen bir örtü) hediye edeyim, belki ona baktıkça beni hatırlarsın. Beni hatırladığında, Allah'ın izni ile yanında olurum. Yolculuk sırasında da Mevlana Taceddin Gülekî ile karşılaşacak olursan, kalbine sahip ol. Zira o, Allah’ın veli kullarından biridir.” dedi.

Yakub-i Çerhî kuddise sirruhu, ihtimal, Şah-ı Nakşibend hazretlerinin bu sözlerine o anda bir anlam veremedi: “Belh şehrine uğradıktan sonra memleketime gideceğim. Onun dediği zat ise Gülek’te yaşıyor. Belh nere, Gülek nere?” diye içinden geçirdi.

Yakub-i Çerhî kuddise sirruhu, Şah-ı Nakşibend hazretlerinden izin aldı. Yola çıktı. Ne var ki yolda sebepler birbirini izledi. Ardı ardına gelen beklenmedik olaylar sonucu, Gülek şehrine uğramak zorunda kaldı. Mevlana Taceddin Gülekî hazretlerinin dergâhına konuk oldu. O günleri kendisi şöyle anlatıyor: “Gülek’te karşılaştığım bu olay, Şah-ı Nakşibend hazretlerine karşı sevgimi bir kat daha artırdı. Orada, onun sözlerini hatırladıkça kendisine olan özlemim çoğaldı, güvenim sonsuz hale geldi. Dergâhtan ayrıldığıma çok üzüldüm. Memleketime vardım. Ama çok kalamadım. Hemen Buhara’ya geriye döndüm.”

Yakub-i Çerhî hazretleri, Şah-ı Nakşibend hazretlerinin dergâhına döndüğünde, kendisini bir dizi olayların içinde buldu.
Buhara’da bir meczup vardı. Yakub-i Çerhî onu çok önceden tanıyordu. Yanına vardı. Meczup da Yakub-i Çerhî’nin gelişine çok sevinmişti.

Onu görür görmez meczup şöyle dedi:
- Acele et, durma!
Yakub-i Çerhî hazretleri, hemen Kasr-ı Arifan köyüne ve Şah-ı Nakşibend hazretlerinin dergahına yöneldi. Köye ulaştığında Şah-ı Nakşibend hazretleri, müridlerine sohbet ediyordu. Mescidde kendisine uygun bir yer buldu. Biraz bekledi. Sonra bir ara yanına yaklaştı. Şah-ı Nakşibend hazretlerine, yaşadığı kalbi halleri bir bir anlattı. Şah-ı Nakşibend hazretleri şöyle dedi: “Artık vukûf-u adedî ile zikretmelisin.”
Vukûf-u adedî, ne kadar zikrettiğini bilmek demektir. Her sâlik, zikrettiği sayıyı bilir. Mürşidi ona öğretir.

 


Gönüller Dergâhı

Yakub-i Çerhi hazretlerinin gönlü mürşidine her geçen gün daha fazla bağlanıyordu. Kendisi şöyle diyor: “Her geçen gün, Şah-ı Nakşibend hazretlerini daha fazla ziyaret etmek istiyordum. Çünkü onu her görüşümde, şefkatinin tesirlerini kalbimde hissediyordum. Ona olan sevgim, bağlılığım artıyordu. Bu yoldaki samimiyetim çoğalıyordu. Bu durum, bende öyle bir hale geldi ki, artık şuna kesin olarak inandım: Bu zamanda, Şah-ı Nakşibend hazretlerinden daha faziletli bir mürşid-i kâmil yoktur.”

Böylece Yakub-i Çerhî hazretlerinin kalbinde, Şah-ı Nakşibend hazretlerinin sevgisi ve muhabbeti tam olarak yerleşmiş oldu. Artık mürşidine her bakışı bir önceki gibi değildi.

Onlar gönül avcısıdırlar

O sıralar Fethabad'da olan Yakub-i Çerhi kuddise sirruhu daha sonrasını şöyle anlatır: “Mürşidimi ziyarete gittim. Kasr-ı Arifan köyüne gittim. Şah-ı Nakşibend hazretleri dergâhın önündeydi. Namaz vakti ise neredeyse girmek üzereydi. Sûfîler mescide toplanmaya başladı.

Namazdan sonra Şah-ı Nakşibend hazretleri mübarek yüzünü bana çevirdi. Kendisinde hakikaten müthiş bir heybet vardı, nur vardı, güzellik vardı, beni kendisine çeken bir başkalık vardı. Bakışlarından kalbime oklar saplanıyor, ama her nuranî ok gönlüme haz veriyordu. Gözlerim öne düştü, dermanım kesildi. Konuşma hissim kayboldu. Şah-ı Nakşibend hazretleri bana şöyle hitap etti: ‘İki türlü ilim vardır. Biri kalp ilmi, diğeri de dil ilmidir. Kalp ilmi, nebilerin, Resûllerin mirası olan ilimdir. Bu Allah vergisidir. Allah bazı kullarına, kalp ilmini nasip eder.

Ona irfan ilmi de denir. Bu ilme sahip olanlara da arif denir. Dil ilmi de önemlidir. Allah'ın, bazı kullarına ihsan ettiği bir ilimdir. Bu ilme sahip olanlara âlim denir. Sen, dil ilminde büyük bir âlimsin. Yüce Allah’tan dilerim, niyaz ederim ki, Allah sana kalp ilminden de nasip etsin. İnşaallah, bu ilimden de alacağın pay olur.’

Şah-ı Nakşibend hazretleri daha sonra sözlerine şöyle devam ettiler: ‘Kalp ilmine sahip olan velîlerle beraber olduğunda hem diline hem de kalbine dikkat etmelisin. Onlar gönül avcılarıdır. Kalplere girmeyi bilirler. İnsanların istedikleri şeylere bakarlar; insanlar, isteklerinde doğru iseler ve Hak Teâlâ’yı bulmak istiyorlar ve ona göre murad ediyorlarsa, insanların isteklerinin gerçekleşmesi için Allah’a dua ederler. Allah-u Teâlâ da o nazlı kullarını kırmaz. Dualarını kabul eder. Ben bu yolda şunu öğrendim: Şimdiye kadar dergâhımıza gelenler, bizim isteğimizle gelmedi. Allah Teâlâ onlara bu yolu nasip etti, insanlar da bize yöneldi. Ben bu gece istihare yapacağım. Eğer bu istiharede Cenab-ı Hakk’ın seni kabul ettiğine dair bir işaret görürsem, ben de seni kabul edeceğim.”

Aslında bu kabul, gönül dergâhına kabulün de adıydı...

Yakub-i Çerhî hazretleri müridi olduğu kapıda yeniden kabul edilmenin ne demek olduğunu o gece anlayacaktı. Bu yüzden, o gece bambaşka bir geceydi. O gecenin sabahı kendisini bekleyen belki hizmetler olacaktı, sorumluluklar olacaktı. Ve o gece, yeniden doğuşun şafağı sökecekti.

O geceyi şöyle anlattı: “Hayatım boyunca, o geceden daha zorlu bir günüm olmadı. Adeta korkudan tükendim, heyecandan eridim, bittim. Acaba ben bu kapıya layık olamayacak mıydım? Beni aralarına almayacaklar mıydı? Garip mi kalacaktım bu kapıda? Ağladım, yalvardım, yakardım rabbime: ‘Ya Rabbi, ben onları seviyorum, onlar da beni sevsin, alsın aralarına’ diye... Sabah namazına değin yalvardım. Sabah namazı vaktiydi. Mürşidim Şah-ı Nakşibend hazretlerinin arkasında namaza durdum. Namazdan sonra, Şah-ı Nakşibend hazretleri bana, ‘Allah mübarek eylesin. Seni de dergâhımıza kabul ettik’ dedi.”

İrşada Doğru

Yakub-i Çerhî hazretleri artık zikir ile yükselme dönemine, mürşidinin gözetiminde başlıyordu. Bu yüzden Şah-ı Nakşibend hazretleri, Yakub-i Çerhî hazretlerine özel zikir dersleri tarif etti. Kalp ilminin inceliklerinden bahsetti. Ariflere öğretilen bilgilerden öğretti. Gönlünü manevî ilimlerle besledi. Rahmet nazarlarını, onun da kalbine aktardı ve şöyle dedi: “Ama sana ledün ilmi gerek.”

Yakub-i Çerhî hazretleri o günden itibaren Şah-ı Nakşibend hazretlerinin dergâhında kalmaya devam etti. Artık mürşidine daha da yakındı. Hizmetlerine daha bir sadakatle sarıldı. Sohbetlerine muhabbetle katıldı. Tasavvuf ilminin mertebeleri arasında yer alan ledün ilmine, kalp ilmine, irfan ilmine yöneldi.

Gün geldi, devran döndü ve Şah-ı Nakşibend hazretleri kendisine şöyle dedi: “Artık sen de halkı irşad edebilirsin.”
Bunun anlamı bazı sufilerin terbiyesini üstlenmekti. Mürşidi hayatta iken bu durum, büyük bir devletti. Her dervişe nasip olmaz bir nimetti. Zira o, mürşidinin gönlüne girebilen nadir dervişlerdendi, kâmil insanlardandı.

O günlerde Şah-ı Nakşibend hazretlerinin bir diğer halifesi Alâeddin Attar hazretleri de bir süredir halkı irşad etmeye devam ediyordu.

Çağaniyan bölgesinde sohbetler düzenliyor, insanlara kalp ilminin inceliklerini öğretiyordu.

Yakub-i Çerhî hazretleri irşad hizmetine başladığı anı şöyle anlatıyor: “Şah-ı Nakşibend hazretleri, o zaman Şeyh Alâeddin ile birlikte sohbet etmemi ve ona tabi olmamı söyledi. Mürşidim vefat edinceye kadar ona bağlı kaldım. Mürşidimin vefatından sonra da Hulgatu’da ikamet etmeye başladım.”

 


Yakub-i Çerhî hazretleri Şah-ı Nakşibend hazretlerinin izniyle halife olmuştu. Ama umumi irşad izni Şeyh Alâeddin Attar hazretlerine verilmişti. Zamanı gelince onun halifesi olacak ve Sadat-ı Kiramın büyükleri arasına girecekti. Zira bu yolun büyüklerinde şöyle bir usul daha vardı: Bazen mürşid-i kamil, tasavvufî terbiyede ilerleyen bir müridine halifelik/şeyhlik görevi verebiliyordu. Ancak aynı zamanda kendisini daha kâmil hale getirecek bir başka mürşide de yönlendirebiliyor, onun sohbetlerine katılmasını isteyebiliyordu.

Bazen da mürşid-i kâmil, meşrebi gereği, bu yolda müridlerinin daha iyi yetişebilmesi için, kendisine intisap eden bazı müridleri aracılığıyla onu manevî olgunluğa ulaştırabiliyordu. Meydana gelebilecek bazı meseleler sonucunda mürid, mürşid-i kâmile başvuruyor ve meselesini çözebiliyordu. Bu yüzden tasavvufta, hem maddî ve hem de manevî bağlılık (rabıta) çok önemliydi.

Yakub-i Çerhî hazretleri Şah-ı Nakşibend hazretleri tarafından halife tayin edilmişti. Ama insanları genel anlamda terbiye etme görevini, Şah-ı Nakşibend hazretlerinin halifesi Alaeddin Attar hazretlerinden aldı. Bu yüzden Yakub-i Çerhî hazretleri, insanları irşad edeceği günlere, böylesi iki büyük Allah dostu tarafından terbiye edilerek hazırlanmış oldu.

Vefatı

Yakub-i Çerhî hazretleri 851 (1447) yılında ahirete irtihal etti. Allah Teâlâ rahmet eylesin. Onun vefatıyla Asr-ı saadet’ten günümüze kadar gelen ve Nakşibendî yolunun büyük velîleri ve bütün evliya ile her tarafa yayılan Kur’an ve Sünnet’in yaşanan yönü kaybolmadı, tükenmedi ve bitmedi...

Allah Teâlâ hepsinin makamını yüceltsin. (Amin)
GÜLİSTAN

HER DERDİN DERMANI HİZMET…

 
Ağlatan mektup… 

“Herkesin bir derdi var benimki hepsinden maada.” dermiş eskiler.

Bir sofi kardeşimiz gelmişti; elinde ağzı kapalı bir zarf, uzattı mahcup ve kısık bir sesle: “Seydam, bu mektubu bir sofi kardeşimiz gönderdi, çok sıkıntıları varmış, sözlü olarak iletememiş. Benden özellikle rica etti, bu mektubu size ulaştırmamı istedi” dedi.

Seyda Hazretleri tebessüm ederek sofiye baktı, sonra bana döndü. Tebessüm ediyordu. O anda, içinden geçenleri bilmeyi, kalbinde esenleri bilmeyi çok arzu ettim…

Başka bir bakış ve başka bir mana vardı simasında. Karşısındaki kişi ne kadar mahcupsa o, ondan kat kat daha fazla şefkatle bakıyordu.

Onun en önemli özelliği; yanına gelen her insan kıymetli ve saygı değerdir. Onun yanında herkes sevilmeye ve sevmeye layıktır. Yanına gelen insanlara öylesine sevecen saygılı ve şefkatli davranır ki, onun yanında, kendinizi dünyanın en önemli insanı, Allah-u Zülcelal’in en sevgili kulu gibi hissedersiniz.

Tekrar mektubu getiren sofiye döndü: “Oku bakalım ne yazmış.” Dedi, yine tebessüm ederek.

Bir tebessümüne bir ömür ister gibisin yar,
Seni sevdim seveli güldüğüm mü var?


Diyor şair.

Şair! Benim Seydamı görmedin mi? Görseydin, onun yanında mimiklerin tebessüm etmez belki ama kalbin, kendi içinde sessiz mutluluk çığlıkları atmaktan yorulurdu…

Sofi, elindeki ağzı kapalı zarfı açarak içindeki kâğıdı çıkardı. İçinden, arkalı önlü doldurulmuş iki sayfa çıktı. Seyda Hazretleri, tamamen doldurulmuş sayfaları gördüğünde tekrar tebessüm ederek; “Epey çok yazmış garip!” Dedi, tekrar bana bakıyordu. …

Sofi mektubu okumaya başladı. Her satırında, öylesine duygulu ve titrek bir sesle okuyordu ki ben kendi kendime: “Bu mektup herhalde bu okuyan sofinin; kendi anlatamadıklarını yazmış” diye geçirdim içimden…

Mektubun satırlarında ilerlerken sofi, artık gözyaşlarını da tutamıyordu. Mektupta yazılanlar, maddi ve manevi sıkıntılarını anlatıyordu ama okuyan başka okuyordu. Hüzünlü bir hikâye, sonunda ayrık olan bir destan, kalbi kırıklar için yazılmış bir şiir gibi okuyordu.

Yaklaşık on beş dakika süren mektup okuma süresince, ne okuyanda ne de bende hal kalmamıştı. Mektubu okuyan, her satırını gözyaşıyla sularken, ben de hemen yanı başında, gözyaşlarıma kendi kalbimde mektuplar yazıp, Seyda Hazretlerine sunuyordum.

Biz gözyaşlarına boğulmuştuk… Öyle ki mektubu okuyanın ne okuduğunu dahi anlamıyordum artık, ama ağlamaya devam ediyordum. Muhtemelen okuyanda ne okuduğunu anlamıyordu ama artık her satırda ağlamak bize düşerken, yine şefkat nazarıyla bakıp bizim halimize tebessüm etmek de Seyda Hazretlerinin işi idi.

‘Mektubu okuyan getirenden daha dertli!’

Mektubu okuyan sofi bir ara, bir göz atımı kadar süre Seyda Hazretlerine bakıverdi, onun tebessümle kendisine baktığını gördüğünde, sessiz sessiz ağlayan sofi, bir anda hıçkırıklara boğuldu. Mektubu okumayı bıraktı ve artık sadece ağlıyordu. Ben bu durum karşısında bir an sessiz kaldım, ne bu durumu nede duygularımı anlayamıyordum.

Seyda Hazretlerine baktım, o tebessüm ve şefkatle hala sofiye bakıyordu. Ben de o halin etkisine kapıldım, artık ben de tebessüm ediyordum. Kendi kendime, “Dur bakalım, sofi ne kadar sürdürecek?” dedim. Bir müddet sonra, sofi de ağlamayı bırakmış ve tebessüm ediyordu.

Ortamda sessizlik hâkim oldu. Mektup bitmiş, ağlamalar kesilmiş öylece bekliyorduk…

Seyda Hazretleri bir müddet hiçbir şey demedi, o sessizliğin içinde kendi kalp atışlarımız duyar gibiydik. Seyda Hazretleri:
- Arkadaşınıza selam söyleyin, Allah-u Zülcelâl onun sıkıntılarını gidersin, ferahlatsın, dünya ahiret sıkıntılarına şifa versin inşallah, dedi ve sonra devam etti:

- Allah-u Zülcelâl senin de dünya ahiret sıkıntılarını gidersin, kendi razı olacağı şekilde yaşamak nasip etsin, dedi.

O anda sofi, tekrar annesini pazarda kaybetmiş çocuk misali çığlıklarla ağlamaya başladı. Artık öylesine ağlıyordu ki yüzü avuçlarının arasında iki büklüm vaziyette hıçkırıklara boğuluyordu.

Ben nazikçe uzanarak, omuzlarından tutarak kalkmasını sağladım ve koluna girerek dışarı çıkardım. Tekrar içeri geldiğimde, Seyda Hazretleri tebessüm ederek:
- Arkadaşının mektubunu getirmiş ama mektubu okuyan mektubu yazandan daha dertlidir, dedi.
- Görüyorsun işte, kimin derdi yok ki? Kim bu dünyaya sıkıntısız gelmiş de sıkıntısız yaşıyor ki? Diye devam etti...

Sıkıntılardan kurtulmanın çaresi; Hizmet

“Efendim, bu sıkıntılarımızdan kurtulmamız için ne yapmak lazım acaba? Evet, herkes sıkıntılı, herkesin hem maddi ve hem de manevi birçok sıkıntısı var ama ilacını bilmiyoruz?” Diye sormak istedim ama cesaret edemedim.

“Ben de mektup yazayım” diye geçirdim içimden, sonra bu düşünceden kendimi kurtarınca, ben güldüm. O sırada Seyda hazretleri:

- İşte… İnsan bu dünyanın sıkıntılarından da ahiret sıkıntılarından da kurtulmak için Allah Yoluna hizmet edecek, Emri bi’l Ma’ruf yapacak, dedi. Ben bu kez cesaretlenmiştim.

“Allah yoluna hizmet etmek, Emr-i bi’l-Ma’ruf yapmak ilaç ama insanların dünya meşguliyetleri, ev durumları, eş durumları, iş durumları bunlara sürekli engel oluyor, bu engelleri aşıp da hizmete kendisini veremiyor.” diye söylemek istedim ama sadece:
- Sultanım ona da gücümüz yetmiyor, diyebildim. Seyda Hazretleri:
- Tabi ki kimsenin gücü yetmez, gücü verecek olan Allah-u Zülcelâl’dir. Bize düşen talip olmaktır.
- Sultanım nasıl talip olabiliriz? Diye sordum.

- Hz. Yusuf aleyhisselamı köle pazarına çıkarmışlar, satmak için. Hz. Yusuf’un güzelliğini gören koşmuş. Kimi, “Yüzlerce deve veririm” demiş. Kimi, “Ağırlığınca altın veririm” demiş. Herkes, ona akıl üstü pahalar biçerek almak için müşteri olmuş. Arkalardan cılız sesli ihtiyar bir kadın seslenmiş, “Bende talibim Yusuf’a” demiş. O kadına bakmışlar hem çok yaşlı hem de oranın en fakirlerinden bir kadınmış bu.

- Karşılığında verecek neyin var ki senin? Neyine güvenerek talip oluyorsun? Diye sormuşlar. O elinde duran bir yumak ipi göstermiş,

- Bununla talibim demiş. Tabi herkes gülmüş.
- Bunca insan altınlar, develer teklif ederken, senin bir yumak ipin ne iş görür? demişler. Kadın:
- Ben de biliyorum, Yusuf’un pahası çok ağırdır. Ama Yusuf bilsin ki ben de ona talibim, ben de müşterisiyim; bu yeter! Demiş.

Seyda Hazretleri devam etti... “İşte, insan, Allah-u Zülcelâl’in yoluna müşteri olmalı, talip olmalı; o imkânı da gücü de verecek olan Allah-u Zülcelal’dir” buyurdu.

Yine heyecanlanmıştım. Onun yanında hep heyecan duyarsınız…

İbadet ve hizmetler, her yeni vakit namaz ya da her yeni hizmet onun için sanki dünyanın yeniden oluşması kadar heyecan vericidir.

Siz de bu heyecana kapılır ve “Ben de varım bu yolda Rabbim! Ben de senin yolundayım Ya Rasulellah” diye içinizden, sessiz ama şeytanları çatlatan sayhalar atarsınız.

Ben de yine içimden sayhalar atarak ayrılıyordum huzurundan...
AHMET ÖZ

KÜÇÜK SOFİLER…

“Babamın mürşidi, Efendi Dedem”

Her şey bana göz süzüp baktığın an başladı,
Yüreğimi kor gibi yaktığın an başladı,
Faydası yok külleme bu yaktığın ateşi,
Aşk denilen fırtına bende çoktan başladı…


Seyda hazretlerini gördüğümüz günden beri bir fırtınaydı içimizde esen, ama ne yıktığı vardı, ne yaktığı…

Allah dostlarına duyduğumuz muhabbet, bir fırtına gibi benliğimizi ve ruhumuzu sararken, bizi tellerden tellere, hallerden hallere sürüklüyordu.

Daha önce yaşadığımız serkeş hayatı gözümüzün önüne getirdiğimizde ve şimdi Seyda Hazretlerinin yanında yaşadığımız muhabbet dolu günleri gördüğümüzde; geceleri manasız, maksatsız, fütursuz ve belki de câmid olarak üzerinde dolaştığımız o kaldırım taşlarının bile bizden davacı olacağından korkar olmuştuk.

Bizler dün hiçbir şeyken, bu gün, kul olmanın Allah-u Zülcelal’i sevmenin, Resulullah sallallahu aleyhi vesellemin Efendimize duyduğumuz hasret ve özlemin keyfini nasıl da çıkarabiliyorduk. Bu lütuf, Allah’ın bizlere vermiş olduğu en nadide nimetti mutlaka. Hayattan, nefesten daha kıymetli bir nimet…

Bu nimeti hak edecek neyimiz vardı ki diye düşünürdüm hep… O zaman da aklıma rahmetlik annemin bir sıkıntı ya da kazadan halas olduğunda “Elhamdulillah, bir verdiğimiz karşı geldi demek ki” dediğini duyardım.

Çocukluk yıllarımda “Efendi Dede” dediğim, söylediği her sözü bal diye ağzıma sürdüğüm, bakışlarında öteleri gördüğüm, sohbetlerinde sanki hikâyelerde okuduğum kırklar meclisine girdiğim bir zat vardı. Babamın mürşidi, benimse Efendi Dedem’di. Efendi Dedem’in evi bizim evimize yakındı, benim de görevim her sabah kümesimizdeki tavukların, sabah bıraktığı taze yumurtalardan bir tanesini koşa koşa Efendi Dede’ye götürmekti.

Acele eder, bir an önce ulaşmak isterdim. Belki o çocuk ruhumla, ne kadar çabuk ulaştırırsam yumurtanın o kadar taze olacağını hesap ederdim; belki de Efendi Dede’min ay yüzünü gördüğümde hissettiğim o tarifsiz duyguya koşardım. Veya Efendi Dede’min bana vereceği ve o küçük ruhumla cennetten geldiğine inandığım “akide şekerine” kavuşmak isterdim. Nedenini şimdi hatırlamıyorum ama hep koşarak giderdim. Ve görevini yapmış bir asker vakarıyla, Leyla’yı razı etmiş Mecnun edasıyla ya da dedesini ziyaret etmiş torun tebessümüyle ağır ağır dönerdim evimize…
Her seferinde Babam; “Ne yaptın?” diye sorar, ben de bir dakika ancak sürmüş olan hadiseyi, ballandıra ballandıra anlatırdım. Hem neden ballandırmayaydım ki; Efendi Hazretlerinden bahsederken bir taraftan babam, bir taraftan annem hayranlıkla ve muhabbetle dinler, sonra da şefkat ve muhabbet dolu bir sesle sevgili annem: “Haydi benim küçük ihvanım, sofraya” derdi. Sırf o bakışları görmek, sırf o daveti duymak için bile uzatırdım da uzatırdım...

Şimdi Seyda Hazretlerinin yanında olmamın sebebini ve Allah-u Zülcelal’in bu kadar güzellikleri benim gibi bir âcize ve günahkâra layık görmesinin, mutlaka o yumurtaların payı var diye düşünürüm. “Bir verdiğimiz karşı gelmişti” işte.
 


Çocuklarla Seyda Hazretlerine gidiyoruz

Karşımda duran 7 ila 14 yaş arasındaki yaklaşık yirmi çocuk, bu anlattıklarımı hayran hayran dinliyorlardı. Eminim hepsi de şu anda o yumurtaları götüren kişi olmuşlar ve hayallerinde benim yürüdüğüm yollardan yürüyor ve benim çaldığım kapıyı çalıyorlardı.

Her hafta, mahallemizden ve yakın mahallelerden çocuklar, evimize gelir onlarla sohbet yapardık. En güzel sohbet onlarla olurdu. Nedensiz ve niçinsiz dinlerler ve kalplerinden başka, dillerinden başka konuşmazlardı. Onlarla yaptığımız sohbetlerden ve hatmelerden sonra, tarifi imkânsız bir ağırlık çökerdi üzerimize ve sabahlara kadar süren bir feyz pınarından kana kana içerdik hep beraber.

- Bu hafta Seyda Hazretlerini ziyarete gidelim mi? Dedim. Bir anda hatme için kurmuş olduğumuz halkada ciddi ve vakarla duran çocukların yüzlerindeki ciddiyet ve vakar, çocuk tebessümüne ve birbirlerine bakarak bağrışmalarına dönüştü:

- Gidelim, gidelim!
- Tamam. Bu akşam herkes ailesinden izin alsın, haftaya ziyarete gideceğiz, dedim. Hatmeye başladık, hatmeden sonra herkesin tek konusu vardı. Seyda Hazretlerini gördüklerinde ne yapacaklardı. Çocuklardan birisi seslendi:
- Hocam Bizim tavuklarımız var, Seyda Hazretlerine taze yumurta götürüyüm mü? Diğer arkadaşları gülerken, ben bir anda duygu seline kapılmış ve gözyaşlarıma engel olamıyordum.
- Olur, götür, dedim tebessüm ederek.

Hafta ortasında, hepsi tek tek eve gelerek ailelerinden izin aldıklarını ve ne zaman gideceklerini en az üçer defa sordular. Hafta sonu geldiğinde hep beraber bir minibüse binerek yola çıkmıştık. Konya’ya gidecek ve Seyda Hazretlerini ziyaret edecektik…

Sivas’ın küçük sofileri

Seyda Hazretlerinin yanına vardığımızda ve cami önüne indiğimizde, bütün çocuklar, sanki bir anda büyümüşlerdi. Hepsi gayet sakin bir şekilde abdestlerini almış ve beraberce camiye girmiştik. Seyda Hazretleri, camide Kur’an okuyordu, yaklaştım ziyaret ettim. Peşim sıra çocuklar da sırayla ziyaret ettiler. Sonra Seyda Hazretlerinin karşısına hilal şeklinde oturdular. Seyda hazretleri tebessümle hepsine tek tek nazar ediyordu. Bana döndü:

- Bunlar Sivas’ın küçük sofileri mi? Dedi. Ben:
- Evet Sultanım, bunlar sadatların küçük sofileri, dedim. Seyda hazretleri:
- Biliyormusun, Şah-ı Hazne de ilk irşada başladığında çocukları toplar, onlara saatlerce sohbet yapar, beraber hatme yaparlarmış. Hanımı ona demiş:

“Hazret, bu çocuklar senin ne dediğini nerden anlayacak, hatmeden ne anlayacaklar?” dermiş. Oda: “Olsun hatun. Ben, onlar bir şey anlar demiyorum zaten. Ama onların çocuk kalpleri o kadar temiz ve kirlenmemiş ki, onların olduğu halkaya rahmet, hemen geliyor. Ben de bu yüzden onlarla birlikte olmaktan vazgeçmiyorum” demiş.

“İşte, insan çocuk yaşta, genç yaşta tevbe edip Allah-u Zülcelal’in yoluna talip olduğunda, onun bir günde alacağı mesafe, yaşlı bir adamın bir yılda alacağı mesafe gibi oluyor. Bu yaşlarda Sadat-ı Kiram’ın nazarında olanlara, nakış yapıyor ve inşaallah hiç çıkmıyor onlardan” diye, buyurdu. Sonra da: “Haydi küçük sofilere çay, yemek ikram edin” dedi. Küçük sofilerin ne huzurdan kalkmaya ne de yemek yemeye niyetleri yoktu. Hayran hayran Seyda Hazretlerini izliyorlardı. Seyda Hazretleri Kur’an okumayı bitirip kalkana kadar da yerlerinden kıpırdamadılar.
Evet, şimdi anlıyordum, bu çocuklarla yaptığımız sohbetlerde ve hatmelerde sabahlara kadar süren feyz ve muhabbet deryasının sebebini. Onlar, Resulullah sallallahu aleyhi vesellemin küçük ümmeti, Sadat-ı Kiram’ın küçük sofileriydi.
AHMED ÖZ

BEDİÜZZAMAN’I YATAĞA DÜŞÜREN KARDEŞLİK

Bediüzzaman Hazretlerinin talebesi Hüsnü Bayram bir hatırasını şöyle aktarıyor: “Üstadımız Afyon Mahkemesinden sonra Emirdağ’da kalıyordu. 

Burada ikamete mecbur edilmişti. Ben de pederimin (Hıfzı Bayramoğlu) hapisten gelmesini takiben Üstadımızın hizmeti için Emirdağ’a gitmiştim. 1949 Senesi, Şubat ayı idi. Üstadımız fevkalade rahatsızdı.

Bir gün bana dedi ki: ‘Hüsnü, evladım bu rahatsızlığım başka bir şey… Sen bir git bak bakalım, âlem-i İslam’da yahut memlekette bir hadise var mı?’

Çalışkan ağabeyin dükkânına gittim. ‘Ağabey Üstadımız hasta. Kaç gündür rahatsız, bugün rahatsızlığı şiddetlendi. Gazetelerde bir mesele var mı diyor? Cerideler bir havadis naklediyor mu?’ dedim.

Çalışkan ağabey şöyle bir iki baktı ve “Yok bir şey kardeşim” dedi. 

Ertesi gün bir münasebetle tekrar Çalışkan ağabeyin dükkânına gitmiştim. Beni görünce, ‘Gel gel Hüsnü’ dedi. ‘Sen dün bana sordun ya, var mı bir mesele diye; bak, Mısır’da İmam Hasan el-Benna şehid edilmiş ve devrimciler İhvan mensuplarını hapislere koymuşlar’ dedi.

Üstadımıza varıp hadiseyi anlatınca Üstadımız; ‘Tamam kardeşim, tamam, ben Mısır’daki kardeşlerimizin ahvalinden müteessir olup hastalanmışım’ dedi

HAYAT NEDİR?

“Hayat nedir?” sorusu, tarih boyunca insanın içinde bulunduğu yaşamı keşfetmek gayesiyle, sık sık üzerinde kafa yorduğu, akla uygun cevap aradığı sorulardan biri olmuştur.

Yaşadığı dönemin ilim ve irfan sahipleri tarafından, aklın ve gönlün aydınlatıcısı olarak tanınıp hürmet gören, Sadat-ı Nakşibendiyye’nin büyüklerinden Hace Yusuf Hamedani rahmetullahi aleyhi de, kendisine yöneltilen ‘hayat nedir?’ sorusunu, tafsilatlı bir şekilde cevaplandırmış; Sadat-ı Kiram’ın hayatı hangi nazarla gördüklerini müminlere açıklamıştır. 

Halifesi Abdülhalık Gücdüvani rahmetullahi aleyhinin kaleme aldığı ‘Rutbet’ul Hayat’ adlı eser sayesinde, Hace Yusuf Hamedani’nin ‘Hayat nedir?’ sorusuna karşılık buyurduğu sohbet niteliğindeki cevabı, günümüze kadar ulaşmıştır.

Cevaplamadan önce soruyu soran kişiye “Allah muvaffak etsin” buyurarak, duada bulunan Hace Yusuf Hamedani, akıl ve gönül ehlinin ortak kanaati olarak; avunup teselli olan varlığa ‘canlı’, canlının bu avunma haline de ‘hayat’ adı verildiğini ifade etmektedir. 

Hace Yusuf Hamedani bu kısa açıklamadan sonra, aklı ve gönlü Rahmani iklimlere taşıyan feyiz dolu sohbetine devam eder. “Ancak her canlının teselli olma ve huzur bulma makamı farklıdır. İnsan da teselli arayan bir canlı olarak arayış içerisindedir ve aradığı teselli her ne ise onunla yaşamakta, onunla hayat bulmaktadır.” 

‘Kıymetin, teselli aradığın şey kadardır’

Yusuf Hamedani hazretlerinin bu açıklaması, diğer veliler tarafından da bir ölçü kabul edilmiş ve insanın teselli için aradığı her ne ise onunla kendisine değer biçileceğini beyan etmişlerdir.

“Bu hakikate göre; dünya metaı ile avunup teselli bulan bir insan, Âdemoğlunun hayat dereceleri içinde en düşük ve en aşağı seviyesindedir. Zira dünya metaının varlığı ile teselli bulma makamı, hayvanlara ait bir makamdır. Hâlbuki insan, kendisine verilen akıl, gönül, irade, dil, anlayış gibi hasletlerle ilahi emaneti yüklenerek, Allah-u Teâla tarafından yaratılanlar arasında en şerefli ilan edilmiştir. 

Mahlûkatı idare elbisesi insana giydirilmiş, ilim ve idrak tacı insanın başına konulmuş, ibadet ve kulluk yazısı insanın alnına çekilmiş, göklerde ve yerde insanın adı dostluk ve muhabbet ile meşhur edilmiş, bütün mahlûkat içinde 124.000 peygamberle, sadece insan Hakka davet edilmiş, kutsal kitaplar sadece insan için indirilmiş ve Cenab-ı Hak tarafından sadece insan muhatap alınmıştır. 

Kendisine bağışlanan bu muazzam şerefe rağmen, aşağı derecedeki canlıların avundukları ile avunarak, Allah’ın kendisine emanet ettiği ilahi onura leke süren kimse, hayvandan daha aşağı bir dereceye düşmektedir.

Kendi hakiki konumu ve derecesini düşünmeksizin; yeme, içme, eş bulma, barınma gibi hayvanların teselli olup avunduğu şeylerle mutlu olup avunan bir kimse, Allah’ın ‘And olsun ki, biz insanoğullarını şerefli kıldık, onların karada ve denizde gezinmesini sağladık (İsra, 70) hitabındaki izzet kemerini ve tacını unutmuştur. Ayette buyrulan ‘Şüphesiz onlar hayvanlar gibidir, belki daha da aşağıdırlar (Furkan, 44)’ kelamının manası bir kamçı gibi gönlüne iner ancak dünya ile teselli olan kimse acısını ve sızısını hissetmez.

Dünya’ya aldananın kıymeti düşer

Kuran-ı Kerim’de dünya metaı ile avunan bir kimse için dünya ile ilgili yapılan ilahi ihtarda; “Bu dünya hayatı, aldanış metaından başka bir şey değildir.” (Al-i İmran, 185) buyrulmaktadır. Aldanış, dünyanın peşin olan maddi yüzüne karşı iradesizlik göstermek, hırs ve tamah ile dünyaya yönelmek, ahiret vaadini uzak, zor ve meşakkatli görmektir. 

Cenab-ı Hak, insana ahiret makamını hatırlattığı ayette; “Oysa ahiret daha hayırlı ve ebedidir. Bu söz, önceki kitaplarda, İbrahim ve Musa’nın kitaplarında da vardır.” (A’la, 119) buyurarak, ahiret vaadinin daha önceki ümmetlere de hatırlatıldığını ferman buyurmuştur. Bu iki hitaptan ilki, kalpten dünya sevgisi ve arzusunu çıkarıp gönlü dünya metaına karşı duyduğu heyecandan kurtarmakta; ikincisi kalbi gerçek makamına, ahiret yurduna özendirerek, Allah’a çevirmektedir. 

Öyle ise insan, Yaratıcısının kendisine bahşettiği şeref ve övgülere layık bir hal üzere yaşamalı; belirli bir zaman yaşaması için geldiği dünyada, niyetini Allah’ın rızası için düzeltmeli ve neyle teselli olup avunduğuna dikkat etmelidir. 

İnsanın ne ile teselli olup avunması gerektiğini, aklı ve fikri, ilahi vahiyle yükselten Hace Yusuf Hamedani rahmetullahi aleyhi yine Allah-u Teâla’nın Kuran’da ferman buyurduğu bir ayet ile açıklamaktadır: 

“Onlar inanmışlar ve kalpleri Allah’ı anmakla huzura kavuşmuştur. ‘Dikkat edin; kalpler ancak Allah’ı anmakla huzura kavuşur.’ (Ra’d, 28) buyrulan ilahi buyruğa göre, dünya metaının tesellisi ile yaşayan bir insanın gönlü, elindekinin geçici ve yetersiz olmasından ötürü tatmin olmayacak, kalbi huzura kavuşamayacaktır. Zira kalp, yaratılışı gereği ancak Allah’ın zikriyle teselli olma makamındadır. Kalp niyetini Allah için düzelterek, Hak Teâla’nın zikri ve işi ile meşgul olan kimse ‘Mevla’sı ile yaşayan, hayat bulan insandır. Böyle bir tesellinin ve hayatın, bedeli ve benzeri olmaz.”

Hace Yusuf Hamedani rahmetullahi aleyhi kendisine sorulan ‘Hayat nedir?’ sorusunu cevaplarken, dünya metaına karşı istek ve iştiyakı kalpten çıkarmak noktasında yüksek bir züht anlayışını da ortaya koymuştur. Hace Hazretleri Mevla’sı ile teselli olan ve niyetlerini Hak adına tutan bir kulun, işlerinde Hakkın rızasını ve ölçülerini gözeterek hareket edeceğinden; dünya hayatını idame ettirmek için gerekli olan yeme, içme, evlenme, geçim sağlama gibi işlerinin Allah’a yakınlaşmakta birer vesile olacağını ifade etmiştir. 

Böylece kendisinin huzur bulup avunduğu ilahi makamı bilen bir kimse için, bu vesilelerin Hakka yakınlaşmakta birer fırsat, birer ilahi ikram olduğunu bildirmiştir.

Allah (cc) için sevmek



Sulatanım