20 Nisan 2014 Pazar

HACEGAN BAHÇESİNİN GÜLÜ Yakub-i Çerhî -kuddise sirruhu-

Yakub-i Çerhi kuddise sirruhunun tasavvuf yoluna ilk intisabı Şah-ı Nakşbend Hazretleriyledir. Ancak seyr u sülûkünü tamamlaması, Alâeddin Attâr kuddise sirruhu vasıtasıyla olmuştur. Zahir ve batın ilimlerinde derinlik kazanmış bulunan Yakub Çerhi, pek çok halife yetiştirdi ve pek çok kimsenin Hak yola girmesine vesile oldu.

Ortaboylu, beyaz tenli, gökçek yüzlüydü. Sakalı seyrek ve beyazdı. Alnında bir ben vardı. Zahir ve batın ilimlerinde rüsuh ehli, zahirî ve batınî rumûz sahibiydi.

Yakub-i Çerhî, yıllarını alan zahir ilmini tamamlayınca bir karar verdi. Artık zaman, bildiklerini hayata aktarma dönemiydi. Bu yüzden, yıllardır sevgi ve muhabbet duyduğu, ama bir türlü aralarına karışıp onlardan biri gibi olamadığı dervişlerin dergâhına gitmek istiyordu; devrin gönüller sultanı Şah-ı Nakşibend Hazretlerinin dergâhına ve sûfîlerin arasına, Buhara’nın Kasr-i Arifan köyüne!

Gerçi Şah-ı Nakşibend ismini çok iyi biliyordu ve dergâha gidip gelmişti, onun dervişleri arasına girmişti. Ama önce ilim öğrenmem gerek diye düşünerek, zahirî ilimleri tamamlamıştı.

Azîzan Yolu

Yakub-i Çerhî kuddise sirruhu, Şah-ı Nakşibend (kuddise sirruhu) Hazretlerinin huzuruna vardı. Elini öptü. Yıllardır gönlünde sakladığı niyetini arz etti:

- Efendim! Artık rahmet nazarınızı daha fazla hissetmek istiyorum. Şah-ı Nakşibend kuddise sirruhu ona şöyle dedi:
- Şu an memleketine mi dönüyorsun?
- Evet efendim. Ama sizleri çok seviyorum ve bundan böyle ömrümün kalan günlerini artık size hizmetle geçirmek istiyorum.
- Niçin?
- Sizler, şanı büyük zatlardansınız. Halk arasında hüsnü kabul görmektesiniz.
- İnsanların bize itibar etmelerinin sebebi nedir? Bu, şeytanın bir aldatmacası olamaz mı?
- Hayır efendim. Halkın size itibar etmelerinin asıl sebebi, Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi vesellemin, “Allah bir kulu severse, o kulunun sevgisini insanların kalplerine de yerleştirir.” (Buhârî, Müslim, İbn Hibbân) buyurduğu hadis-i şeriflerine dayanır. Ben buna inanırım.

Yakub-i Çerhî kuddise sirruhunun bu sözlerinden Şah-ı Nakşibend kuddise sirruhu memnun oldu. Ona şöyle dedi:
- Bizler Azîzan Hazretlerinin (Seyyid Emîr Külâl Hazretlerinin) yolundayız.
Yakub-i Çerhî, Şah-ı Nakşibend hazretlerinin bu sözlerini duyunca irkildi. Zira bir ay kadar önce gördüğü rüyada kendisine, “Azîzan müridi olmalısın” denilmişti. Yakub-i Çerhî, kendisini toparladı ve Şah-ı Nakşibend hazretlerinin yanından ayrılmak üzere izin istedi. Şah-ı Nakşibend hazretleri ona:
- Bana bir emanet bırak, onu gördükçe seni hatırlayayım, dedi. Ancak bir ilim yolcusunun üzerinde ne olabilirdi ki?
- Efendim! Sahibi olduğum bir eşyam yok, dedi. Şah-ı Nakşibend hazretleri:
- O zaman ben sana kûfiyemi (başa örtülen bir örtü) hediye edeyim, belki ona baktıkça beni hatırlarsın. Beni hatırladığında, Allah'ın izni ile yanında olurum. Yolculuk sırasında da Mevlana Taceddin Gülekî ile karşılaşacak olursan, kalbine sahip ol. Zira o, Allah’ın veli kullarından biridir.” dedi.

Yakub-i Çerhî kuddise sirruhu, ihtimal, Şah-ı Nakşibend hazretlerinin bu sözlerine o anda bir anlam veremedi: “Belh şehrine uğradıktan sonra memleketime gideceğim. Onun dediği zat ise Gülek’te yaşıyor. Belh nere, Gülek nere?” diye içinden geçirdi.

Yakub-i Çerhî kuddise sirruhu, Şah-ı Nakşibend hazretlerinden izin aldı. Yola çıktı. Ne var ki yolda sebepler birbirini izledi. Ardı ardına gelen beklenmedik olaylar sonucu, Gülek şehrine uğramak zorunda kaldı. Mevlana Taceddin Gülekî hazretlerinin dergâhına konuk oldu. O günleri kendisi şöyle anlatıyor: “Gülek’te karşılaştığım bu olay, Şah-ı Nakşibend hazretlerine karşı sevgimi bir kat daha artırdı. Orada, onun sözlerini hatırladıkça kendisine olan özlemim çoğaldı, güvenim sonsuz hale geldi. Dergâhtan ayrıldığıma çok üzüldüm. Memleketime vardım. Ama çok kalamadım. Hemen Buhara’ya geriye döndüm.”

Yakub-i Çerhî hazretleri, Şah-ı Nakşibend hazretlerinin dergâhına döndüğünde, kendisini bir dizi olayların içinde buldu.
Buhara’da bir meczup vardı. Yakub-i Çerhî onu çok önceden tanıyordu. Yanına vardı. Meczup da Yakub-i Çerhî’nin gelişine çok sevinmişti.

Onu görür görmez meczup şöyle dedi:
- Acele et, durma!
Yakub-i Çerhî hazretleri, hemen Kasr-ı Arifan köyüne ve Şah-ı Nakşibend hazretlerinin dergahına yöneldi. Köye ulaştığında Şah-ı Nakşibend hazretleri, müridlerine sohbet ediyordu. Mescidde kendisine uygun bir yer buldu. Biraz bekledi. Sonra bir ara yanına yaklaştı. Şah-ı Nakşibend hazretlerine, yaşadığı kalbi halleri bir bir anlattı. Şah-ı Nakşibend hazretleri şöyle dedi: “Artık vukûf-u adedî ile zikretmelisin.”
Vukûf-u adedî, ne kadar zikrettiğini bilmek demektir. Her sâlik, zikrettiği sayıyı bilir. Mürşidi ona öğretir.

 


Gönüller Dergâhı

Yakub-i Çerhi hazretlerinin gönlü mürşidine her geçen gün daha fazla bağlanıyordu. Kendisi şöyle diyor: “Her geçen gün, Şah-ı Nakşibend hazretlerini daha fazla ziyaret etmek istiyordum. Çünkü onu her görüşümde, şefkatinin tesirlerini kalbimde hissediyordum. Ona olan sevgim, bağlılığım artıyordu. Bu yoldaki samimiyetim çoğalıyordu. Bu durum, bende öyle bir hale geldi ki, artık şuna kesin olarak inandım: Bu zamanda, Şah-ı Nakşibend hazretlerinden daha faziletli bir mürşid-i kâmil yoktur.”

Böylece Yakub-i Çerhî hazretlerinin kalbinde, Şah-ı Nakşibend hazretlerinin sevgisi ve muhabbeti tam olarak yerleşmiş oldu. Artık mürşidine her bakışı bir önceki gibi değildi.

Onlar gönül avcısıdırlar

O sıralar Fethabad'da olan Yakub-i Çerhi kuddise sirruhu daha sonrasını şöyle anlatır: “Mürşidimi ziyarete gittim. Kasr-ı Arifan köyüne gittim. Şah-ı Nakşibend hazretleri dergâhın önündeydi. Namaz vakti ise neredeyse girmek üzereydi. Sûfîler mescide toplanmaya başladı.

Namazdan sonra Şah-ı Nakşibend hazretleri mübarek yüzünü bana çevirdi. Kendisinde hakikaten müthiş bir heybet vardı, nur vardı, güzellik vardı, beni kendisine çeken bir başkalık vardı. Bakışlarından kalbime oklar saplanıyor, ama her nuranî ok gönlüme haz veriyordu. Gözlerim öne düştü, dermanım kesildi. Konuşma hissim kayboldu. Şah-ı Nakşibend hazretleri bana şöyle hitap etti: ‘İki türlü ilim vardır. Biri kalp ilmi, diğeri de dil ilmidir. Kalp ilmi, nebilerin, Resûllerin mirası olan ilimdir. Bu Allah vergisidir. Allah bazı kullarına, kalp ilmini nasip eder.

Ona irfan ilmi de denir. Bu ilme sahip olanlara da arif denir. Dil ilmi de önemlidir. Allah'ın, bazı kullarına ihsan ettiği bir ilimdir. Bu ilme sahip olanlara âlim denir. Sen, dil ilminde büyük bir âlimsin. Yüce Allah’tan dilerim, niyaz ederim ki, Allah sana kalp ilminden de nasip etsin. İnşaallah, bu ilimden de alacağın pay olur.’

Şah-ı Nakşibend hazretleri daha sonra sözlerine şöyle devam ettiler: ‘Kalp ilmine sahip olan velîlerle beraber olduğunda hem diline hem de kalbine dikkat etmelisin. Onlar gönül avcılarıdır. Kalplere girmeyi bilirler. İnsanların istedikleri şeylere bakarlar; insanlar, isteklerinde doğru iseler ve Hak Teâlâ’yı bulmak istiyorlar ve ona göre murad ediyorlarsa, insanların isteklerinin gerçekleşmesi için Allah’a dua ederler. Allah-u Teâlâ da o nazlı kullarını kırmaz. Dualarını kabul eder. Ben bu yolda şunu öğrendim: Şimdiye kadar dergâhımıza gelenler, bizim isteğimizle gelmedi. Allah Teâlâ onlara bu yolu nasip etti, insanlar da bize yöneldi. Ben bu gece istihare yapacağım. Eğer bu istiharede Cenab-ı Hakk’ın seni kabul ettiğine dair bir işaret görürsem, ben de seni kabul edeceğim.”

Aslında bu kabul, gönül dergâhına kabulün de adıydı...

Yakub-i Çerhî hazretleri müridi olduğu kapıda yeniden kabul edilmenin ne demek olduğunu o gece anlayacaktı. Bu yüzden, o gece bambaşka bir geceydi. O gecenin sabahı kendisini bekleyen belki hizmetler olacaktı, sorumluluklar olacaktı. Ve o gece, yeniden doğuşun şafağı sökecekti.

O geceyi şöyle anlattı: “Hayatım boyunca, o geceden daha zorlu bir günüm olmadı. Adeta korkudan tükendim, heyecandan eridim, bittim. Acaba ben bu kapıya layık olamayacak mıydım? Beni aralarına almayacaklar mıydı? Garip mi kalacaktım bu kapıda? Ağladım, yalvardım, yakardım rabbime: ‘Ya Rabbi, ben onları seviyorum, onlar da beni sevsin, alsın aralarına’ diye... Sabah namazına değin yalvardım. Sabah namazı vaktiydi. Mürşidim Şah-ı Nakşibend hazretlerinin arkasında namaza durdum. Namazdan sonra, Şah-ı Nakşibend hazretleri bana, ‘Allah mübarek eylesin. Seni de dergâhımıza kabul ettik’ dedi.”

İrşada Doğru

Yakub-i Çerhî hazretleri artık zikir ile yükselme dönemine, mürşidinin gözetiminde başlıyordu. Bu yüzden Şah-ı Nakşibend hazretleri, Yakub-i Çerhî hazretlerine özel zikir dersleri tarif etti. Kalp ilminin inceliklerinden bahsetti. Ariflere öğretilen bilgilerden öğretti. Gönlünü manevî ilimlerle besledi. Rahmet nazarlarını, onun da kalbine aktardı ve şöyle dedi: “Ama sana ledün ilmi gerek.”

Yakub-i Çerhî hazretleri o günden itibaren Şah-ı Nakşibend hazretlerinin dergâhında kalmaya devam etti. Artık mürşidine daha da yakındı. Hizmetlerine daha bir sadakatle sarıldı. Sohbetlerine muhabbetle katıldı. Tasavvuf ilminin mertebeleri arasında yer alan ledün ilmine, kalp ilmine, irfan ilmine yöneldi.

Gün geldi, devran döndü ve Şah-ı Nakşibend hazretleri kendisine şöyle dedi: “Artık sen de halkı irşad edebilirsin.”
Bunun anlamı bazı sufilerin terbiyesini üstlenmekti. Mürşidi hayatta iken bu durum, büyük bir devletti. Her dervişe nasip olmaz bir nimetti. Zira o, mürşidinin gönlüne girebilen nadir dervişlerdendi, kâmil insanlardandı.

O günlerde Şah-ı Nakşibend hazretlerinin bir diğer halifesi Alâeddin Attar hazretleri de bir süredir halkı irşad etmeye devam ediyordu.

Çağaniyan bölgesinde sohbetler düzenliyor, insanlara kalp ilminin inceliklerini öğretiyordu.

Yakub-i Çerhî hazretleri irşad hizmetine başladığı anı şöyle anlatıyor: “Şah-ı Nakşibend hazretleri, o zaman Şeyh Alâeddin ile birlikte sohbet etmemi ve ona tabi olmamı söyledi. Mürşidim vefat edinceye kadar ona bağlı kaldım. Mürşidimin vefatından sonra da Hulgatu’da ikamet etmeye başladım.”

 


Yakub-i Çerhî hazretleri Şah-ı Nakşibend hazretlerinin izniyle halife olmuştu. Ama umumi irşad izni Şeyh Alâeddin Attar hazretlerine verilmişti. Zamanı gelince onun halifesi olacak ve Sadat-ı Kiramın büyükleri arasına girecekti. Zira bu yolun büyüklerinde şöyle bir usul daha vardı: Bazen mürşid-i kamil, tasavvufî terbiyede ilerleyen bir müridine halifelik/şeyhlik görevi verebiliyordu. Ancak aynı zamanda kendisini daha kâmil hale getirecek bir başka mürşide de yönlendirebiliyor, onun sohbetlerine katılmasını isteyebiliyordu.

Bazen da mürşid-i kâmil, meşrebi gereği, bu yolda müridlerinin daha iyi yetişebilmesi için, kendisine intisap eden bazı müridleri aracılığıyla onu manevî olgunluğa ulaştırabiliyordu. Meydana gelebilecek bazı meseleler sonucunda mürid, mürşid-i kâmile başvuruyor ve meselesini çözebiliyordu. Bu yüzden tasavvufta, hem maddî ve hem de manevî bağlılık (rabıta) çok önemliydi.

Yakub-i Çerhî hazretleri Şah-ı Nakşibend hazretleri tarafından halife tayin edilmişti. Ama insanları genel anlamda terbiye etme görevini, Şah-ı Nakşibend hazretlerinin halifesi Alaeddin Attar hazretlerinden aldı. Bu yüzden Yakub-i Çerhî hazretleri, insanları irşad edeceği günlere, böylesi iki büyük Allah dostu tarafından terbiye edilerek hazırlanmış oldu.

Vefatı

Yakub-i Çerhî hazretleri 851 (1447) yılında ahirete irtihal etti. Allah Teâlâ rahmet eylesin. Onun vefatıyla Asr-ı saadet’ten günümüze kadar gelen ve Nakşibendî yolunun büyük velîleri ve bütün evliya ile her tarafa yayılan Kur’an ve Sünnet’in yaşanan yönü kaybolmadı, tükenmedi ve bitmedi...

Allah Teâlâ hepsinin makamını yüceltsin. (Amin)
GÜLİSTAN

Hiç yorum yok: