20 Nisan 2014 Pazar

KÜÇÜK SOFİLER…

“Babamın mürşidi, Efendi Dedem”

Her şey bana göz süzüp baktığın an başladı,
Yüreğimi kor gibi yaktığın an başladı,
Faydası yok külleme bu yaktığın ateşi,
Aşk denilen fırtına bende çoktan başladı…


Seyda hazretlerini gördüğümüz günden beri bir fırtınaydı içimizde esen, ama ne yıktığı vardı, ne yaktığı…

Allah dostlarına duyduğumuz muhabbet, bir fırtına gibi benliğimizi ve ruhumuzu sararken, bizi tellerden tellere, hallerden hallere sürüklüyordu.

Daha önce yaşadığımız serkeş hayatı gözümüzün önüne getirdiğimizde ve şimdi Seyda Hazretlerinin yanında yaşadığımız muhabbet dolu günleri gördüğümüzde; geceleri manasız, maksatsız, fütursuz ve belki de câmid olarak üzerinde dolaştığımız o kaldırım taşlarının bile bizden davacı olacağından korkar olmuştuk.

Bizler dün hiçbir şeyken, bu gün, kul olmanın Allah-u Zülcelal’i sevmenin, Resulullah sallallahu aleyhi vesellemin Efendimize duyduğumuz hasret ve özlemin keyfini nasıl da çıkarabiliyorduk. Bu lütuf, Allah’ın bizlere vermiş olduğu en nadide nimetti mutlaka. Hayattan, nefesten daha kıymetli bir nimet…

Bu nimeti hak edecek neyimiz vardı ki diye düşünürdüm hep… O zaman da aklıma rahmetlik annemin bir sıkıntı ya da kazadan halas olduğunda “Elhamdulillah, bir verdiğimiz karşı geldi demek ki” dediğini duyardım.

Çocukluk yıllarımda “Efendi Dede” dediğim, söylediği her sözü bal diye ağzıma sürdüğüm, bakışlarında öteleri gördüğüm, sohbetlerinde sanki hikâyelerde okuduğum kırklar meclisine girdiğim bir zat vardı. Babamın mürşidi, benimse Efendi Dedem’di. Efendi Dedem’in evi bizim evimize yakındı, benim de görevim her sabah kümesimizdeki tavukların, sabah bıraktığı taze yumurtalardan bir tanesini koşa koşa Efendi Dede’ye götürmekti.

Acele eder, bir an önce ulaşmak isterdim. Belki o çocuk ruhumla, ne kadar çabuk ulaştırırsam yumurtanın o kadar taze olacağını hesap ederdim; belki de Efendi Dede’min ay yüzünü gördüğümde hissettiğim o tarifsiz duyguya koşardım. Veya Efendi Dede’min bana vereceği ve o küçük ruhumla cennetten geldiğine inandığım “akide şekerine” kavuşmak isterdim. Nedenini şimdi hatırlamıyorum ama hep koşarak giderdim. Ve görevini yapmış bir asker vakarıyla, Leyla’yı razı etmiş Mecnun edasıyla ya da dedesini ziyaret etmiş torun tebessümüyle ağır ağır dönerdim evimize…
Her seferinde Babam; “Ne yaptın?” diye sorar, ben de bir dakika ancak sürmüş olan hadiseyi, ballandıra ballandıra anlatırdım. Hem neden ballandırmayaydım ki; Efendi Hazretlerinden bahsederken bir taraftan babam, bir taraftan annem hayranlıkla ve muhabbetle dinler, sonra da şefkat ve muhabbet dolu bir sesle sevgili annem: “Haydi benim küçük ihvanım, sofraya” derdi. Sırf o bakışları görmek, sırf o daveti duymak için bile uzatırdım da uzatırdım...

Şimdi Seyda Hazretlerinin yanında olmamın sebebini ve Allah-u Zülcelal’in bu kadar güzellikleri benim gibi bir âcize ve günahkâra layık görmesinin, mutlaka o yumurtaların payı var diye düşünürüm. “Bir verdiğimiz karşı gelmişti” işte.
 


Çocuklarla Seyda Hazretlerine gidiyoruz

Karşımda duran 7 ila 14 yaş arasındaki yaklaşık yirmi çocuk, bu anlattıklarımı hayran hayran dinliyorlardı. Eminim hepsi de şu anda o yumurtaları götüren kişi olmuşlar ve hayallerinde benim yürüdüğüm yollardan yürüyor ve benim çaldığım kapıyı çalıyorlardı.

Her hafta, mahallemizden ve yakın mahallelerden çocuklar, evimize gelir onlarla sohbet yapardık. En güzel sohbet onlarla olurdu. Nedensiz ve niçinsiz dinlerler ve kalplerinden başka, dillerinden başka konuşmazlardı. Onlarla yaptığımız sohbetlerden ve hatmelerden sonra, tarifi imkânsız bir ağırlık çökerdi üzerimize ve sabahlara kadar süren bir feyz pınarından kana kana içerdik hep beraber.

- Bu hafta Seyda Hazretlerini ziyarete gidelim mi? Dedim. Bir anda hatme için kurmuş olduğumuz halkada ciddi ve vakarla duran çocukların yüzlerindeki ciddiyet ve vakar, çocuk tebessümüne ve birbirlerine bakarak bağrışmalarına dönüştü:

- Gidelim, gidelim!
- Tamam. Bu akşam herkes ailesinden izin alsın, haftaya ziyarete gideceğiz, dedim. Hatmeye başladık, hatmeden sonra herkesin tek konusu vardı. Seyda Hazretlerini gördüklerinde ne yapacaklardı. Çocuklardan birisi seslendi:
- Hocam Bizim tavuklarımız var, Seyda Hazretlerine taze yumurta götürüyüm mü? Diğer arkadaşları gülerken, ben bir anda duygu seline kapılmış ve gözyaşlarıma engel olamıyordum.
- Olur, götür, dedim tebessüm ederek.

Hafta ortasında, hepsi tek tek eve gelerek ailelerinden izin aldıklarını ve ne zaman gideceklerini en az üçer defa sordular. Hafta sonu geldiğinde hep beraber bir minibüse binerek yola çıkmıştık. Konya’ya gidecek ve Seyda Hazretlerini ziyaret edecektik…

Sivas’ın küçük sofileri

Seyda Hazretlerinin yanına vardığımızda ve cami önüne indiğimizde, bütün çocuklar, sanki bir anda büyümüşlerdi. Hepsi gayet sakin bir şekilde abdestlerini almış ve beraberce camiye girmiştik. Seyda Hazretleri, camide Kur’an okuyordu, yaklaştım ziyaret ettim. Peşim sıra çocuklar da sırayla ziyaret ettiler. Sonra Seyda Hazretlerinin karşısına hilal şeklinde oturdular. Seyda hazretleri tebessümle hepsine tek tek nazar ediyordu. Bana döndü:

- Bunlar Sivas’ın küçük sofileri mi? Dedi. Ben:
- Evet Sultanım, bunlar sadatların küçük sofileri, dedim. Seyda hazretleri:
- Biliyormusun, Şah-ı Hazne de ilk irşada başladığında çocukları toplar, onlara saatlerce sohbet yapar, beraber hatme yaparlarmış. Hanımı ona demiş:

“Hazret, bu çocuklar senin ne dediğini nerden anlayacak, hatmeden ne anlayacaklar?” dermiş. Oda: “Olsun hatun. Ben, onlar bir şey anlar demiyorum zaten. Ama onların çocuk kalpleri o kadar temiz ve kirlenmemiş ki, onların olduğu halkaya rahmet, hemen geliyor. Ben de bu yüzden onlarla birlikte olmaktan vazgeçmiyorum” demiş.

“İşte, insan çocuk yaşta, genç yaşta tevbe edip Allah-u Zülcelal’in yoluna talip olduğunda, onun bir günde alacağı mesafe, yaşlı bir adamın bir yılda alacağı mesafe gibi oluyor. Bu yaşlarda Sadat-ı Kiram’ın nazarında olanlara, nakış yapıyor ve inşaallah hiç çıkmıyor onlardan” diye, buyurdu. Sonra da: “Haydi küçük sofilere çay, yemek ikram edin” dedi. Küçük sofilerin ne huzurdan kalkmaya ne de yemek yemeye niyetleri yoktu. Hayran hayran Seyda Hazretlerini izliyorlardı. Seyda Hazretleri Kur’an okumayı bitirip kalkana kadar da yerlerinden kıpırdamadılar.
Evet, şimdi anlıyordum, bu çocuklarla yaptığımız sohbetlerde ve hatmelerde sabahlara kadar süren feyz ve muhabbet deryasının sebebini. Onlar, Resulullah sallallahu aleyhi vesellemin küçük ümmeti, Sadat-ı Kiram’ın küçük sofileriydi.
AHMED ÖZ

Hiç yorum yok: