30 Temmuz 2009 Perşembe

BİR DERVİŞİN ANILARI 5

O’nun Gidişi, Benim Bitişimdi

Bir ilk bahar akşamı evimin balkonunda oturmuş kendi yapayalnızlığımla, ama bu yalnızlığımın içindeki o anlaşılmaz kalabalık gürültüyle mücadele ediyordum.Yıllardan 1994 idi. Her şeyim dediğim, manevi olarak tek dayanağım bildiğim, Efendim, mürşidim, Sultan Muhammed Raşid Hazretleri vefat edeli, dört-beş ay olmuştu. Her şey sıkmaya ve her yer dar gelmeye başlamıştı bana. Hatta büyük bir hevesle ve mutluluk duyarak geldiğim ve gerçekten son birkaç aya kadar burada yaşamaktan huzur ve mutluluk duyduğum İstanbul da sıkıyordu beni. İstanbul’dan sıkılacağımı rüyamda görsem inanmazdım. “Gülün güzel olması senin elinde olmasındandır efendim” işte “İstanbul da seni düşünürken güzelmiş ve senin manevi varlığını hissederken güzelmiş meğerse…”Kendi kendime soruyordum… O dünyasını değiştikten sonra ben bu kadar dehşete ve yalnızlığa düştüm. Alemlerin Efendisi iki cihan incisi Efendimiz (sav) dünyasını değişince, Sahabeler ne yaptılar acaba?...Tüylerim diken diken olmuştu… Tutunduğum El, KurtuluşumduYıllar öncesini düşünüyordum, gençliğin verdiği heyecan ve delikanlılıkla (kanım gerçekten deli akıyordu) amaçsız, manasız bir şekilde günah bataklığının içine sürüklenmek üzereyken, Muhammed Râşid (kaddesallahu sırrahu) Hazretleri ile tanışmak nasip olmuş ve tüm hayatım değişmiş, yaşantım mana kazanmış ve yaşamaktan zevk alır hale gelmiştim. İnsan zaman zaman ümitsizliğe düşer, içinde bir sıkıntı peydah olur, ne adını koyabilir, ne de tarifini yapabilir. Sadece içinde onulmaz bir yara gibi görünen sıkıntı durur. Hani “boğazıma bir yumruk durdu sanki” denir ya. İşte böyle bir zaman dilimi içerisinde, bir Allah Dostu ile tanışmanın ne kadar da kıymetli bir şey olduğunu anlamıştım. Çünkü bir nazarda ve bir kelime ile sıkıntılarınızın kaybolduğunu görür, ileriye doğru umutlarınız çoğalır. Bir lahza da olsa onun bakışlarına muhatap olmak, kalbinizde meltem yelinin serinliğini hissettirir ve rahatlarsınız.İşte, hayatımın tamda böyle bir diliminde Muhammed Râşid Hazretleriyle tanışmış ve hayatımın akışını kökten değiştirecek hadiselerin açılımı olan günlerim başlamıştı. “Tövbe eder misin?” demişlerdi. Ben de kendi kendime “Neyime?” diye geçirmiştim içimden. Ben günahkar sayılacak kadar kötülüklerin içinde değildim. Hem insan kendi kendine de nedamet duyar, günah işlememeye, ibadet etmeye, kendi kendine de söz verir pişman olurdu. Neden bir insanla beraber tövbe etmesi gerekiyordu ki? Sultan Hazretlerinin yanına gidene kadar bu düşüncem sürdü. Oysa Onu ilk gördüğümde, tövbe edecek ne kadarda çok şeyimin olduğunu, işte o zaman anlamıştım. Bir Örnek, Bir İzHani bazı insanlar “Neden Mürşid?” Kur’an var sünnet var, insan bunlarla yolunu bulamıyor mu ki bir rehbere ihtiyaç duyar, derler ya… Aslında ben de öyle düşünürdüm. Mahallemizde ihtiyar bir dedem vardı ona da söylemiştim bu düşüncemi. Çok komik bir o kadar da veciz örnekleme ile izah etmişti. “Bak evladım şu tavukları izle (bahçede dolaşan tavukları işaret ediyordu) bu tavuklar, sürekli pis ve kirli şeylerin arasından kendilerine yem bulurlar. Sonra karınları doyunca, gagalarını temiz bir toprak bulur, temizlemeye çalışarak toprağa gagalarını sürerler. Ama acıkınca yine aynı pis şeylere gagalarını sokarlar. İşte, nefsi terbiye ve kalbi tezkiye yoluna girerek bir mürşit terbiyesi altında tövbeye sarılmayan insanların tövbesi de böyledir.Pişman olurlar, nedamet duyarlar ama günahın lezzeti onları hep aldatır, aynı şeyleri tekrar işlerler. Oysa asıl lezzetin Allah’a kul, Resulüne ümmet olmakta olduğunu anlamak nefsin terbiyesi ile olabilir. Tövbe ile birlikte nefsi terbiye, kalbi tezkiye yoluna, yani seyr-i sülûk yoluna giren insanlar, kendilerini kontrol altında tutmayı öğrenirler.” Bu örnek, o zaman beni çok fazla etkilememişti ama yıllar geçtikçe daha iyi anlamaya başlamıştım. Hele şimdi daha iyi anlamıştım. Mürşidim vefat etmişti ve nefsim “yorgan gitti, kavga bitti” hesabı yaparak, içten içe sanki seviniyordu bu işe.İstanbul’dan Göçİstanbul’da duramadım. Evimi barkımı topladım memleketime döndüm. Kendimi dünyaya verdim, ticaret yapmaya başladım ama hiçbir şey eskisi gibi değildi. Huzurum kalmamış, duygularım karmakarışık olmuştu. Dedemin dediği gibi ara sıra pisliklerin arasından kendime yiyecekler buluyordum; sonra çok üzülüyor, çok pişman oluyor, ağlıyordum. Ama birkaç gün sonra başka bir şekilde düşüyordum, yine pişman oluyor yine ağlıyordum, tövbe ediyordum. Ama önceki kuvvetim ve kendime güvenim kalmamıştı sanki. Ruhumun ezeli düşmanı, nefis, santim santim ele geçiriyordu vücudumu. Engel olmaya çalışıyordum ama nafile. Derin düşüncelerin adamı olmuştum. İç dünyam karmakarışıktı ve kime anlatsam psikolog edasıyla dinlemeye başlıyor, dinledikten sonrada aval aval yüzüme bakıyorlardı, çünkü hiçbir şey anlamıyorlardı. Bir arkadaşım vardı, ona haber gönderdim yanıma geldi. “Benim acilen bir Mürşidle görüşmem gerekiyor, yoksa korkuyorum günahkar olmaktan, günaha düşmekten” dedim. Ah! Ben bir Allah Dostunun vefatından bu kadar müteessir oldum, peki Resulullah’ın ahirete irtihaline şahitlik eden Sahabe ne yaptı? “Ya Rabbi eğer daha bu gözler O’nu görmeyecekse, ne yapayım ben bu hayatı” diyerek ruhunu teslim eden Sahabeyi nasıl anlayabilirim ki.” Ben Allah Resulünü hiç görememiş olmanın verdiği ızdırabı bir anlatabilsem, içimdekileri bir söze dökebilsem, insanlar değil de dağlar ağlardı halime.Arkadaşım “Benim acilen bir Mürşidle görüşmem gerekiyor, yoksa korkuyorum günahkar olmaktan günaha düşmekten” dediğimde, hemen beni aldı, bir Veli kulun yanına gittik. Camide yatar kalkar, gece ve gündüzlerini daima ibadetle geçirir, asla bir anını dünyaya ayırmadan hep Allah’ı Razı etmeye çalışırdı. Küçücük odasına bizi kabul etti. Durumu anlattım. “Bu durum benim işim değil, sizi bir zata göndereceğim ona durumunuzu anlatın” dedi. O zatın yanına gittik, bir gece vakti bizi sabırla dinledi.“Evladım sizin üzerlerinizde Muhammed Râşid (kaddesallahu sırrahu) Hazretlerinin izlerini nakış nakış görebiliyorum ama bu noktada ben bir şey yapamam, ben postnişin (irşad ehli bir mürşit) değilim” dedi. Allah Dostlarının bu nezaket ve inceliği, dünyanın en kaba insanını dahi nezakete sokar.Dertlerden Azat OlacaktımOradan ayrıldık. Aramızda konuşuyorduk, bir mürşit bulalım dedim. Ona anlatalım derdimizi. Nitekim, başka bir beldede bir Allah Dostu olduğunu öğrendik. Bir gün sonra evinin telefonunu bulduk birilerinden. Telefon ettim. Telefon açıldı karşıdan bir çocuk sesi “Aloo” dedi. Ben “Efendi Hazretleriyle görüşecektim” dedim. Telefon el değiştirdi. Ta ötelerden geldiğini sandığım bir ses “Aloo!” dedi. Ben heyecana kapıldım “Efendim ben Ahmet” dedim. Sanki yıllardır görüştüğüm birini aramıştım, nasıl olsa tanırdı beni. “He Ahmed, nasılsın, iyi misin inşallah” dedi. Sesinde gerçekten de beni yıllardır tanıyan birinin yumuşaklığı ve beni bekleyen birinin nezaketi vardı…Ben artık dünya ile bağlantımı kesmiştim. İki gözüm iki çeşme, halimi arz ettim ki en az yarım saat sürdü. Sabırla dinledi. Sonra kendi konuştu, yarım saatten fazla. Son olarak “Ahmet hafta sonu buraya gel” dedi. Ben ne diyeceğimi bilemez şaşkınlık içinde iken, nefsim paçayı kaptıracak olmanın verdiği telaşla olsa gerek “Adresi bilmiyoruz orayı bulamayız ki” deyiverdim. Nazik ve anlaşılır bir dille, hangi otobüse bineceğimizi ve nerede ineceğimizi uzun uzun tarif etti.Günlerden Çarşamba idi. Ne saniyeler, ne dakikalar, ne de günler geçiyordu. Hafta sonu gelmez olmuştu. Cuma akşamını bulana kadar ömrümden ömür gitti. İçimdeki heyecan, sevinç, korku, her şey birbirine karışmıştı.Nihayet Cuma günü akşam yola çıktık, cumartesi sabah evine ulaşmıştık. Aynen tarif ettiği gibi duraktan otobüse binerek tarif ettiği yerde inmiştik. Şantiye görünümdeydi her yer. Caminin temeli atılmış, inşaat devam ediyor, bir köşede küçücük bir bakkal açılmış. Biz caminin yanına geldiğimizde, o Zat evinden çıkmış ve caminin önünde karşılaşmıştık.“Hoş geldin Ahmed” dedi. İçimde fırtınalar esmeye başladı, dudaklarım titreyerek “Hoş bulduk” diyebildim. Sonrası… Ne kelimeler, ne de cümleler yetebilir anlatmaya… Mevlana Hazretleri Mesnevisinde; “Öğüt verecek değil, örnek olacak insana ihtiyaç var” diyor. İşte karanlık dünyama güneş gibi doğan, tamda umutsuzluğun ortasında kalakaldığımı düşünürken çıkıvermişti karşıma “Örnek İnsan”. Akşama kadar zaman buldukça konuştu bizimle. “Efendim nasuh tövbeyi nasıl bulacağız?” diye sordum. “Günahlarımızı önemseyerek, küçük-büyük demeden, sürekli günahlarımıza tövbe ederek bulacağız” dedi.Uçamayan KartalO gün nelerin olduğunu anlayamamıştım. Döndüğümde dedeme anlattım duygularımı. Muhammed Râşid Hazretlerinin vefatından bu güne kadar söz geçiremediğim nefsim, nasılda birden sus pus olmuş ve boyun eğmişti ve ruhum nasılda coşmuştu. Dedem yine bir hikaye ile izah etti bana.“Bir kartal yumurtalarını taşıyormuş. Kanatlarının arasında yumurtalar ile uçarken, yumurtalardan birisi yere düşmüş. Tevafuk, düşen yumurta bir tavuk kümesine düşmüş. Tavuk tam o sırada kendi yumurtalarının üzerine yatmaya niyetlenirken, davetsiz gelen bu yumurtayı da şefkat güdüsüyle altına almış. Aradan bir zaman geçmiş, yumurtalar çatlamış ve civcivler çıkmaya başlamış. Tabi beraberinde kartal yumurtası da çatlamış, içinden kartal yavrusu da çıkıvermiş. Ne kartal yavrusu, ne tavuk, ne de civcivler, bu durumu garipsememiş. Yavru kartal civcivlerle birlikte gezmeye, yemlenmeye başlamış. Aradan aylar geçmiş, yavru kartal alımlı, gösterişli bir kartal olmuş. Ama kümeste büyüdüğünden ve civcivlerle büyüdüğünden, hala tavuk gibi gıdaklamaya ve darı yemeye devam edermiş.Bir gün, kümesin üzerinden, gökyüzünde alımlı vakarlı bir kartalın süzülerek uçtuğunu görünce, içinde bir sızı olur ve kendi kendine: “Allah’ım! Ne olurdu beni de bu güzel hayvan gibi yaratmış olsaydın ve ben de onun gibi gökyüzünde süzülerek uçsam, dağları ovaları dolaşsaydım” diyerek iç geçirir. Dedem; “İşte evladım, o kartala lazım olan ne?” dedi. Ben sustum. “Birisinin, onun kartal olduğunu kulağına fısıldaması gerekiyor. Çünkü bütün şartları hazır, sadece durumunun farkında değil” diyerek devam etti; “İşte insan da eşref-i mahluk olarak yaratıldığının ve sadece Allah’a kulluk için yaratıldığının farkında olmadığı için nefsi ruhunu ele geçirmiş oluyor ve ruh da kendisini nefse hizmet için yaratıldığını sandığından, sadece Allah-u Zülcelal’e duyduğu muhabbet ve hasretle övünmekle yetiniyor.” “Aslında, vücut denen ülkenin padişahının kendisi olduğunu ve nefsin hizmetkar olduğunu bilmiyor. İşte, kalpten kalbe giden yolun anahtarını elinde tutan Allah Dostları, o kartal misali, kendini tavuk sanan insanın kulağına gerçeği söylüyor ve insanın vücut ülkesinde inkılap oluyor ihtilal oluyor. Kartal olduğunun farkına varan yavru kartalın bir anda yeryüzünden gökyüzüne yükselmesi gibi insanın ruhu da zulmetten nura doğru inkişaf ediyor.”Ve o günden sonra, ruhumun inkişafına sebep olan bu ziyaretin manasını, gün geçtikçe daha iyi idrak edebilecek ve daha iyi anlayacaktım…

GÜLİSTAN DERGİSİ

Hiç yorum yok: