30 Temmuz 2009 Perşembe

BİR DERVİŞİN ANILARI 6

Sonbahar Yaprakları

Gelen telefonda Seyda Hazretlerinin ameliyat olduğu ve hastanede yattığı söyleniyordu. İçimde esen fırtınaları dindirmeye, gözlerimden dışarı hücum eden yaşları engellemeye çalışırken, bir taraftan da yıllar öncesi Seyda Muhammed Râşid (kaddesallahu sırrahu) Hazretlerinin hastalandığı zamanı düşünüyordum. Yıllar öncesi idi, sonbaharın serinliği yeryüzüne düşmüş, yapraklar cennet yeşili renklerini terk ederken, insanların yaşlandıkça yüzlerindeki canlılığın yerini solgunluğa bırakması gibi yapraklar da kendilerini, hüznü anlatan gazel rengine terk emişti. Daha ağaçlar yapraklarını yerlere bırakma fırsatı bulamadan, gelen kış ile yağan karın dallarına verdiği ağırlığa dayanmaya çalışıyorlardı. Aslında bu med-ceziri her yıl gözümüzün önünde yaşayan yaprakları görüyoruz da kendi hayatımızdaki gel-gitleri görmezden gelmeye ve üstünü sahte yeşilliklerle kapatmaya çalışıyoruz. Ağaçlar, solgun yapraklarına düşen kar tanelerinin neticeyi engelleyemeyeceklerini ve ilahi takdirin farkındalarmış gibi sararan yapraklarını bir bir yere, karın yumuşak minder gibi serili olduğu yola bırakıyorlardı…‘Bunu Nasıl Başarıyor?’Toprağa pamuktan yatak gibi örtülmüş karın üzerine serilmiş sarı yaprakların arasında, evinden çıkıp camiye gelmekte olan Seyda Hazretlerini görünce, birden içime hüzün çöktü. Bu hüzün, ayakları altında serili duran sararmış yapraklara dalgın dalgın bakan Seyda Hazretlerinin yüzündeki solgunluktan kaynaklanıyordu belki. Ağır adımlarla camiye doğru yürürken, onu hayretler içerisinde izliyordum.Yıllardır yüzlerce defa onu camiye gelirken izlemiştim, her zaman bir coşku, heyecan ve muhabbetle yürüyordu camiye. Onun camiye yürüyüşünü gören, daha yeni tövbe etmiş ve seyr-i sülûka yeni başlamış derviş muhabbetini ve iştiyakını görürdü. Yıllar yılı, bu hali hiç kaybolmadı. Bugün de hasta olmasına ve gerçekten de yürürken dahi zorlandığı belli olmasına rağmen, aynı şevk ve heyecanı taşıyordu.“Bunu nasıl başarıyor?” Diye düşündüm…Hayatın anlamını çözmenin, ‘hayatını yaşamak’ (!) olduğunu sananlar, aslında ‘hayatını yaşama’ sığlığının ardındaki, ölümden korkmanın vermiş olduğu pervasızlığın farkına varamazlar. Gerçekte hayatı yaşamak, hayatı bize bahşeden ve güzellikleri, nimetleri bize lütfeden Allah-u Zülcelal’e kul olabilmektir. Aşk ve Şevkin Kaynağıİşte, Seyda Hazretleri o engin gönlü ve hayatı kucaklayışı içerisinde, bunu çözmüş olmanın, hayatına ilmek ilmek işlemenin rahatlığı ve heyecanını yaşıyordu belki. Aşığın maşukuna her gidişi bir bayram olmaz mı? Her gidişinde bir sonraki çağrılışının heyecanını hayal eden maşuk gibi, Seyda Hazretleri de her camiye gelişinde maşukuna giden âşık gibi heyecanlanıyordu belkide. Tasavvuf büyüklerinin ‘fenafillah’ dedikleri hal bu olmalıydı. Her halde ve her durumda O’nu sevmek ve O’nda yok olmak…Mecnun hastalanmış yatağa düşmüş. Doktor iğne yapmak için elinde iğne ile Mecnuna yaklaşınca, Mecnun acı ile yüzünü buruşturmuş. Doktor şaşırmış:- Ey Mecnun! Sen yıllardır dağları çölleri gezersin ve kimsenin katlanamayacağı sıkıntıları çekersin de şimdi bir iğnenin acısından mı korkarsın? Demiş. Mecnun:- Hayır doktor, ben iğnenin bana vereceği acıdan değil, Leyla benim içime öylesine yerleşmiş ki vuracağınız iğne Leyla’ya acı verir diye korkarım, diye cevap vermiş.Seyda Hazretleri, hastalığının verdiği rahatsızlıkları sanki kendisine dahi hissettirmiyordu. Her zamanki şevk ve huşu ile ibadetlerini yapıyordu. Bizim gibi aciz insanlar hastalandığımızda, ilk terk ettiğimiz, en kolay vazgeçebildiğimiz fiilimiz ibadetlerimiz oluyor ama Allah dostları hastalandıklarında, daha fazla şükür için uğraşıyorlar ve yüz hatlarında hastalıklarının emaresini dahi belli etmiyorlar. “Hastalık da Bizim İçin Nimettir”Kış mevsiminin erkenden yeryüzünü kapladığı ve soğuğun ta iliklerimize sirayet ettiği bir anda, bu mevsimden ve ayazdan daha soğuk bir haberle donup kalmıştık. Seyda Hazretleri mide kanaması geçirdiğinden hastaneye kaldırılmıştı.Alelacele ile bir araba bularak bir kaç arkadaşla beraber hastaneye koştuk. Yola çıktığımızda kar şiddetini daha da artırmış ve yollar görünmez olmuştu. Ama kimin umurunda, üstadımızın hastalanmış olması, keder olarak yeterken bize, yolların kapalı olmasını mı düşünebilirdik. Hastaneye varmıştık, telaşla yukarı çıktık, yattığı odanın kapısına geldik. Kalbimiz heyecanla çarpıyordu… Hastalığının ne kadar ciddi olduğunu bilmiyorduk ama durum bizim için çok ciddi idi. Zira ona olan sevgimiz, muhabbetimiz, ona bir zarar gelme fikrini kabul edemiyordu. Gözlerimiz yaşlı kapıda beklerken, yakınlarından birisi dışarı çıktı; “Gelin, Seyda Hazretlerini ziyaret edebilirsiniz…” dedi. İçeri girdiğimizde yatakta yattığını gördük, beyaz nevresim kaplı yatağın içinde, nurdan bir fidan gibi duruyordu. Bizi görünce gülümsedi:- Bu karlı havada nasıl geldiniz?... Dedi. O anda, “Ah efendim! Şu halinizde dahi bizim karlı havada nasıl geldiğimizi sorarsınız, her hal ve ahvalinizde Peygamber Efendimize mutabaat etmek için çalışırken, O’nun ümmetini unutmadığı gibi manevi evlatlarınızı hiç unutmazsınız. Ama efendim, burada olmanız dahi gönlümüzde yangınlara sebep olurken, karlı yollardan nasıl geldiğimizin ne önemi var” demek istedim. Ama edebimizden, sadece içimden söyleyebildim bu cümleleri. O ise hala kendi halini bir kenarda tutarak bizim endişelerimizi gidermeye çalışıyordu:- Önemli bir şey yok, biraz halsiz düştüm… Aslında, biz bilebilsek… Bu hastalıklar bizim için bir nimettir. Çünkü bunu bize veren Allah-u Zülcelal’dir, O’ndan ne gelse güzeldir. Zehirli Sütü İçebilmekMecnun zindana düştüğünde, Leyla ona her sabah bir tas taze süt gönderiyormuş. Fakat zindancı, Leyla’nın gönderdiği sütü Mecnuna ulaştırmak yerine, kendisi içiyormuş. Bir zaman sonra, Leyla bunun farkına varmış. Zindancıya bunu söylese, Mecnuna işkence edeceğinden korkmuş. Sabah yine bir tas süt almış zindanın kapısına gelmiş, tası zindancıya uzatmış:- Zindancı! Mecnuna söyle, bu sütü içsin, sütün içine zehir kattım, demiş. Zindancı şaşkınlıkla tası almış, zehirli olduğu için içmeyi düşünmemiş, hemen Mecnuna götürmüş ve:- Mecnun! Bunu sana Leyla gönderdi, fakat içine zehir de kattığını söyledi, bu sütü içecekmişsin, demiş. Mecnun tası almış hiç düşünmeden başına dikmiş ve bir tas sütü içmiş. Zindancı şaşkınlıkla:- Ne yaptın? Süt zehirliymiş! Diye bağırınca Mecnun:- Fark etmez ondan ne gelse nimettir, demiş. Seyda Hazretleri de hastalığını Allah-u Zülcelal’den gelen nimet olarak görüyordu. Mecnun gibi…“Siz Bilirsiniz”Bu arada, hastalığını duyunca yakın bir ilden, bu ağır kışta hemen yola çıkarak kar tipi demeden yanına koşan talebelerinden birisi ile geçen diyalogu hala kulaklarımda, izi gönlümde…- … Sen nasıl geldin? Bu karda sizin yollar kapalı değil miydi? Diye sordu Seyda. Dervişin başı öne eğik ve mahcup bir eda ile:- Siz bilirsiniz efendim, dedi.- Arabayla mı geldin?- Siz bilirsiniz efendim.Ne sorsa, ‘siz bilirsiniz’ diye cevap veriyordu. Teslimiyet ve sevgi örneği gösteriyordu. Ah! Biz bilsek, biz kendimizi idare edebilsek, burada olur muyduk?...Seyyid Abdulhakim (kaddesallahu sırrahu) Hazretlerinin bir mollası var imiş. Meşhur adıyla Gavs Hazretleri, köyleri dolaşıp sohbetler edip insanları Allah’ın yoluna davet ederken, o mollada beraber dolaşır, atının yularından tutarak gidermiş. Bir gün Seyyid Abdulhakim Hazretleri mollaya:- Molla, sen ‘Allah’ demeyi bilir misin? Diye sormuş. Molla cevaben:- Gavsım, ben ‘Allah’ demeyi bilsem, bu atın yularını neden tutayım, demiş. Yani, ‘ben Allah demeyi bilseydim, kendimi bulmuş, nefsimi tanımış ve Allah’ı bilmiş olurdum, o zaman bir mürşide zaten ihtiyacım kalmazdı, ben bendeki eksikliğin farkında olduğum için sizinle beraber olmaya ve size hizmet etmeye çalışıyorum’ demek istiyordu. Seyda Hazretlerinin karşısındaki derviş de “Siz bilirsiniz” derken, gönülden gelen saf teslimiyetini sunuyordu.Seyda Hazretleri, ziyaretine gelenlere o haliyle sohbetler ediyor, Allah’ın yolundan ve tövbeden bahsediyordu. Bize müsaade edilip dışarı çıktığımızda, üzgün ve tedirgin kalplerimizde, değişik bir huzur ve muhabbet hâsıl olmuştu. O Allah dostu idi ve Allah dostlarının en önemli özelliklerinden biri, her hal ve durumda Allah’tan başka bahsedecek konularının olmamasıydı. İşte, Allah adamları böyle oluyordu…

AHMET ÖZ...

Hiç yorum yok: