21 Eylül 2008 Pazar

Gavs S.AbdulHakim (ks) den Sohbetler-2

Gavs (K.S.A) bir sohbetlerinde şöyle buyurdular : “Eğer irşad etmek vaaz ve nisahatla olsaydı, çok güzel vaaz eden, nasihatta bulunan hocaların, mollaların etrafında cemaatlerin bulunması, onları irşad etmesi icap ederdi. Halbuki hiç de öyle değil” demek ki, bu iş zahiri değil. Bu iş, yani kulluğa davet vaaz ve nasihatla değildir. Ancak ve ancak sâdâtın manevi tasarrufu tesir ve irşada sebeptir. Yine Gavs (K.S.A) bir sohbetlerinde şöyle buyurdular : “ Bir şeyhe sormuşlar : (İşiniz nedir, sanatınız nedir, siz neyle meşgul oluyorsunuz?” diye. Demiş ki : (Bizim işimiz çözmek ve bağlamaktır.) (Nasıl çözmek ve bağlamak Kurban?) diye sorduklarında şöyle cevap vermiş : “Bize gelenlerin kalplerini dünyadan çözer, âhirete bağlarız.”
Gavs-i Hizani Hazretleri’nin huzurunda cezbe ve harareti çok kalabalık bir cemaat her zaman bulunurdu. Cezbe, hararet ve muhabbetin çokluğundan kimse huzurunda normal olarak oturamazdı. Halbuki Gavs (K.S.A) fazla sohbet de etmezdi; umumiyetle sükut ederdi. Fakat tasarrufu maneviydi. Manevi tasarrufta bulunurdu. Bir seferinde oğlu vaaz ve nasihat etmek için müsaade ister. Müsaade alır ve sohbete, vaaza başlar. Allah’tan bahs eder. Bir iki saat kadar vaaz eder. Hiç kimsede ses yok, muhabbet ve cezbe emaresi görülmez. Sohbet biter. Babası Gavs-i Hizani “Haydi, kalkın Kamet getirin” der demez, cemaatin içinde bir feryadu figan kopar. Gavs’in oğlu hayretle kalır: “İki saattir sohbet ediyorum, hiç kimsede ses yok. Babam (haydi, Kamet getirin) diyor. Bütün millet cezbeye kapılıyor.”
Bir tarihte Bitlis’ de Gavs’a itirazda bulunmuşlar: “Kim biliyor Gavs olduğunu; delili, alâmeti nedir? diye fikir serdetmişler. Orada hazır bulunan Bitlis müftüsü, “Ben biliyorum onun Gavs olduğunu. Delilim de şudur onun Gavslığına : Ben de âlimim, ilmim var. Bir şehrin müftüsüyüm. Ulu Cami’ye gidiyorum, bir iki saat vaaz ediyorum. Vaazım bitip camiden çıktığım zaman arkamdan bir iki kişi bile gelmiyor. Bastonumdan başka bana yoldaşlık eden bulunmuyor. Halbuki Şeyh AbdülHalim çok az sohbet edip de kalktığı zaman arkasından en az yüz kişi de beraber kalkıyor. Bu Gavslık alâmeti değil de ya nedir? biz âlimiz, bizim de ilmimiz var. Gerek halk yanında, gerekse resmi yerlerde sayılır ve seviliriz, itibarımız var. Ben vaaz ettiğimde camiden bastonumdan başka benimle çıkan olmuyor. Ama onun yüzlerce kişi peşindedir. Gavslık için bundan daha büyük delil olur mu?” diye itiraz edenleri ikna etmiş oldu.
İşte böyle… Eğer zahiri tasarrufta olsaydı, bunca kuvvetli vaizler, âlimler, gayet güzel vaaz ve nasihat ederek, Allah’ı anarak sohbet ederken bir çok kimseyi de irşad etmeleri gerekirdi. Halbuki öyle olmuyor. Çünkü irşad işi tamamen manevi tasarruftur.
İnsan tarikata girince bunları daha iyi anlıyor. Huyunun, ahlâkının değiştiğini; hiçbir cebir olmadan dünyadan kesilip âhirete bağlandığını, dünyadan soğuduğunu, Allah bahsi sohbetinin her şeyden daha şirin olduğunu, tâât ve ibadetin hoş geldiğini insan hemen hissediyor. Bütün bunlar da ancak manevi tasarrufla olur.
Seyda Abdurrahman Tâği Hazretleri henüz tarikat almamışken Gavs-i Hizani için; “hakikaten Gavs midir acaba? Bir ziyaretine gidipde baksam” diyor. Gitmeden de tasavvuf kitaplarını karıştırarak Gavslık alâmetlerini okuyor. O sırada Gavs-i Hizani (K.S) bir mollasını çağırıyor, “Evlâdım, diyor, var, Norşin’e doğru git, orada Abdurrahman’ı gör, kendisiyle görüşmek istediğimizi söyle, misafirlerim çoktur, onun için benim gitmem mümkün değil, lütfen kendisi buraya kadar zahmet etsin.” Molla derhal kalkıp Abdurrahman-i Tâği Hazretleri’nin köyünün yolunu tutuyor. Soruyor soruşturuyor, Hazret’i bulup geliş sebebini anlatıyor. Diyor ki: Beni Gavs gönderdi. Misafirlerinin çokluğundan kendisi gelemedi. Sizinle görüşmek istiyor, köyüne davet ediyor sizi.” Abdurrahman-ı Tâği Hz.”Vallahi ben de ziyaretine niyet etmiştim. Kal,sabah olsun, beraberce gideriz.” diyerek gelen mollayı o gece misafir ediyor.
Sabah yola beraberce çıkıyorlar. Gelmekte olduklarını Gavs haber alınca müridleriyle beraber karşılamağa çıkıyor ve köyün dışındaki bir tepenin üzerinde beklemeye koyuluyor. Abdurrahman-ı Tâği Hazretleri ise yolda gelirken tasavvuf kitaplarında gördüğü Gavslık alâmetlerinden “Yağmur yağınca Gavslar yağmurdan ıslanmaz” ibaresini düşünerek köye yaklaşmaktadırlar. Mevsim bahar, gökte en ufak bir bulut kümesi bile yok. Nihayet köye vasıl olup Gavs Hazretleri ile buluşuyorlar. Hemen orada tepenin üzerinde oturarak sohbete koyuluyorlar. Az bir zaman sonra gök gürleyip, şimşekler çakarak sağanak halinde yağmur yağmaya başlıyor. Oysa ki havada hiç bulut yoktu az evvel. Sığınılacak bir yer olmadığı için iyice ıslanıyorlar. Tam bu sırada Abdurrahman-ı Tâği Hazretleri’nin aklına tasavvuf kitaplarında gördüğü (Gavslar yağmurdan ıslanmazlar) ibaresi geliyor. Başını kaldırıp Gavs-i Hizani Hazretleri’ne baktığında ne görsün, üzerinde en ufak bir ıslaklık bile yok, sanki hiçbir yağmur yağmıyor. Gördüğü manzara karşısında kendinden geçip bir nara atarak derhal oradan uzaklaşıyor. Gavs-i Hizani’ye, “Kurban, Molla Abdurrahman gitti” denilince, “Bir şey olmaz, sâdâtın himmetiyle o tekrar gelir” buyuruyor. Hakikaten az bir zaman sonra tekrar geliyor, hem de bir daha geri dönmemek üzere. İşte böyle… Eğer manevi tasarruf, manevi kuvvet olmasaydı böyle bir teslimiyet, böyle bir bağlılık olmasına imkân bulunur muydu?
Hazret-i Norşini (Şeyh Muhammed Diyauddin) bir ara hastalanmış, bir müddet için cami’e gidememiş, evden çıkamamıştı. Bir magrip namazında, rabıtadan sonra haber gönderip mollaları eve çağırtmış. Bütün mollalar neşe içinde eve koşmuşlar. Öyle ya mürşidlerini uzun müddet görememişler, bir müddetten beri ondan uzak kalmışlar. Huzura varmışlar, Hazret müsaade verince oturmuşlar ve beklemişler. Hazretten ise hiç ses yok, zerre kadar kimseye iltifak etmiyor, sakin ve sessiz. Bir saat kadar oturduktan sonra Hazret, “Haydi, size müsaade verdim, gidebilirsiniz” diye mollaları gönderiyor. Huzurundan çıkan bazı mollalar üzüntülü üzüntülü konuşuyorlar : Sohbet olacak diye ne kadar sevinmiştik. Halbuki Hazret hiç konuşmadı. Nasıl geldiysek öyle de dönüyoruz, diye dertleşiyorlar. Bunları işiten Hazretin hanımı, çocuklarına, “Eyvah, ben Hazretin sâliklerini manevi tasarruf ehli zannederdim. Bilmiyordum ki onlar lâf u güzaf peşindedirler. Ben zannediyorum ki onlar manevi tasarruf peşinde koşanlardandır. Halbuki onlar lâf peşinde koşuyorlar. Bu durumda Allah’tan uzaktırlar. Hakiki Nakşibendî olmamışlar hâlâ” diyerek ağlıyor.
Çokları vardır ki şeyhlerinin huzurunda otururlar. Fakat şeyh hiç sohbet etmez. Ama lâzım gelen irşadı da sohbetsiz olarak yapar.” Onlar sohbet peşinde değiller.
Sohbet bir eğlencedir. Nasıl çocukları lâfla eğlendirir, lâfla kandırırlarsa sohbet de aynen onun gibi bir şeydir. Sohbet Cennetten bahsedip neşelendirmek, Cehennemden bahsedip korkutmak içindir. Üç – dört yaşlarındaki çocukları bazen korkutup bazen mükâfatlandırma gibi bir şey. İşte sohbet de sâlikler için böyledir. Bazen neşelendirir, bazen de hüzünlendirir, bazen Cennet bahsi ederek mesrur etmek suretiyle tâ Nakşibendîye Tarikati’ne alıştırıncaya kadar sohbet devam eder. Esasta, hakiki Nakşibendîlikte sohbet yoktu, Tarikat-i Nakşîbendi’de bir rükün mesabesinde olan sohbete pek kıymet verilmez. Sultanın pek kıymet verilmez sözleri manevi tasarruf cihetiyledir. İrşadın sohbetle değil, manevi tasarrufla olduğunun işaretidir. Şayet irşad sohbetle olsaydı, binlerce vaiz, hatip ve natıka sahibi kimselerin birer mürşid olup irşad makamında oturmaları icap ederdi. Halbuki hiç de öyle değil. Gavs-i Hizanî gibi zatların, çok az sohbetle çok geniş kitlelere irşad etmeleri irşadın zâhiri olan sohbetle değil, Batınî olan manevi tasarrufla olduğunun işaretidir. Sohbet ise manevi tasarrufa zemin hazırlayan, talipte alıcı gücü kuvvetlendiren bir vasıtadır.
İleride görüleceği gibi sohbet haşa inkâr edilmemekte, bilâkis teşvik ve tavsiye edilerek ehemmiyeti belirtilmektedir. Bütün tasarruf işleri, manevi olarak yapılır. Yeter ki talipte huzur olsun, rabıta huzuru bulunsun, lâf u güzaf aşığı olmasın.
Zaten bu zamanın insanlarını sâdâtın himmeti, manevi tasarruf olmadan düzeltmek çok zor. Çünkü fesat çoğalmış, her tarafı zorluk sarmış, sâdâtın himmeti, Peygamberin (S.A.V) himmeti olmadan muvaffak olmak mümkün değildir. Eğer bütün bu himmetler olmasa, Nakşîbendiye tasarrufu bulunması idi, bu zamanda Allah’ın yolunu tutmak mümkün olmazdı. Çünkü insanda bir kuvvet kalmamış. Eskiden insana musallat olan iki düşman vardı sadece; Nefs ve şeytandan başka bütün âlem, insanın dinine, imanına düşman olmuş, kuvveî maneviye olmasa, Nakşîbendi silsilesi ve onların himmeti bulunmasa mücadele edip muvaffak olmam mümkün olmaz. İnsan o güç ve tâkâti kendinde bulamaz.
Peygamberler (A.S) dahi insanın yardımına gelirler, manen yardımcı olup insanı desteklerler. Eğer onların da manevi kuvvet ve destekleri olmasaydı, bu zamanda hiç kimse yakasını kurtaramaz, imanını muhafaza edemez ve onu koruyamazdı.
Bu gerçekleri bilen insanın, Nakşîbendi Tarikatı Pâkistan’da, Hindistan’da, Yemen’de bile olsa, hiç durmadan oralara kadar koşup tarikat alması icap ederdi. İman hakikatini arayanlar Allah yolunda olmak, Allah dostluğunu kazanmak isteyenler bu zamanda tarikatın menfaatinin ne kadar çok olduğunu gayet iyi bilirler.
Şeyh Ahmed-i Haznevi (K.S.A) buyuruyor diyor ki ; Hazret’i (Şeyh Muhammed Diyaüddin) ziyarete gitmiştim. Hazret ata binmiş gidiyordu. Beni görünce atının başını kıstı ve yüzünü bana çevirdi. Beni yanına çağırarak şöyle buyurdu : “ Molla Ahmed, insanın şu kadar, zerre-i miskal kadar nefsi olsa o Allah’tan uzaktır” ve hayvanını sürerek yoluna devam etti.
İnsanın evini yıkan en büyük düşmanı nefsidir. Onun için insanın kendisinden haberi olmalı, nefsin tuzaklarına düşmemeye çalışmalıdır.
Nakşîbendi yolunun bütün çalışmaları nefsi öldürmek içindir. Nefis ölüp gittikten sonra her şey düzelmeye başlar.
Şah-ı Hazne (Şeyh Ahmed Haznevi) buyuruyor : Norşin’e gitmiştim. On beş – yirmi günden beri Hazretin evindeydim. Malûm, yemeğimiz darı ekmeği ve darı çorbasıydı. Birgün Hazret’i ziyarete Muş tarafından bir ağa gelmişti. Hazret’i ve mollalarını da yemeğe davet ediyordu. Hazret daveti kabul etti ve icabet edeceğini bildirdi. Benim de keyfim geldi, diyor Şah-ı Hazne, düşündüm, nasıl olsa bende ziyafete giderim, güzel yemekler yerim, diye nefsim çok zevklendi. Hemen, çarıklarımı, ıslansın da rahat giyeyim diye suya bıraktım. Nihayet hazret gitmek için, hazırlığını yaptı, ben de diğer mollalarla beraber hazırlandım. Hazret çıktı, yüzünü bana döndürüp : “Haydi gidiyoruz. Bütün mollalar benimle beraber gelsin, yalnız Molla Ahmed kalsın, o gelmeyecek” buyurdu. O zaman ben ayrıldım. Hazret’in niçin öyle dediğini anlamadım ve nefsime dönüp dedim ki : Bütün suç senindir. Sen güzel yemekler yerim, diye iştahlandın, güzel yemeklere tamah ettin. İşte bunun için Hazret seni götürmedi.
Yine Şah-ı Hazne anlatıyor : (Bir gün Hazret bana sordu : “Molla Ahmed sen yemeklerini nerede yiyorsun?” Dedim : “Sofilerle beraber yiyorum. Kurban”. Tekrar sordu : “Peki nerede yatıyorsun?” “Aşağı divanda yatıyorum, kurban” dedim. Hazret benim bu cevaplarımdan çok hoşlandı, keyfi geldi ve ferahlandı. Bana “Çok iyi yapıyorsun. Aşağı divan hoştur. Seyda orada sohbet ettiği, çok teveccühlerde bulunduğu için oranın nisbeti çok fazladır. Yukarı divan ise ağaların yeridir. Şeyh Alaâddin, Şeyh Mahmud-i Karaküyi gibi zatlar hep orada kalırlar. Yukarı divan ağalar yeri. Aşağı ise Seyda’nın divanıdır. Orada çok hatme, çok sohbet ve çok teveccüh yaptığı için nisbeti bol, çok hoş bir yer orası” dedi.)
İnsan nefsini bilmeli, eğer nefsini bilirse halk da ondan istifade eder.
Seyda-i Molla Ramazan anlatıyor : (Bir seferinde Hazret’in huzurunda bulunuyordum. Seyda-i Mezzin de oradaydı ve daha hatırlayamayacağım başkaları da vardı. Birden Hazret yüzünü bana çevirdi. “Molla Ramazan” dedi. “Buyur, kurban” dedim, “Haydi bana ço ço de bakayım” dedi. Ben utandım emrini yerine getirmedim. Bu sefer Seyda-i Mezzin’e dönüp, “Molla, hâlâ Molla Ramazan’da nefs var, henüz nefsini yenememiş” dedi. Bunun üzerine emrini yerine getirmediğimden dolayı çok pişmanlık duydum, çok üzüldüm. Kendi kendime bir daha ne emr ederse yapacağım, diye söz verdim. Ondan sonra emrini gözetlemeğe başladım.
Aradan bir iki hafta geçti. Ben ise bir emri olursa hemen yerine getireyim diye hep gözetliyorum. Bir ara bana döndü : “Molla Ramazan, bana biraz su getir” dedi. O kadar heyecanlandım ki bana Molla Ramazan kalk oyna dediğini zannettim. Hemen kalktım, raks etmeye başladım. Hazret o kadar güldü ki… Dedi, şuna bakın hele, ben su istiyorum o ise kalkmış oynuyor. O zaman yaptığım hatayı anladım. Ama böylece nefsim bir defa daha kırılmış oldu.
İnsanda nefs olmaması lâzım. Nefs insanda olduğu müddetçe kendini yok bilmelidir.
Bir seferinde Kadiri şeylerinden Molla Abdurrahman’ın bir sofisi Seyda’yı ziyarete gelmişti. Seyda sofiye; “Bize biraz Molla Abdurrahman Çoğreçi’nin sohbetinden söyle” dedi. Sofi ise: “Vallahi Kurban, aklımda hiç sohbet yok” deyince, Seyda “hiçbir şey de aklına gelmiyor mu?” diye sordu. Sofi biraz düşündü. Evet bir sohbeti hatırladım. Şeyhim derdi ki : “Gübre olunmadıkça su üstünde kalınmaz.” Bu söz Seyda’nın hoşuna çok gitti, çok keyfi geldi. “Vallahi, çok doğru bir söz, dedi, bundan daha güzel bir şey olmaz. Sözü doğrudur. İnsan nefsini gübre etmedikçe su üstünde kalamaz. Nefis olduğu müddetçe insan bir şey olamaz. Gübre hafif olduğu için suyun üstünde kalıyor, yükseliyor. İnsan nefsini hafif tuttukça yükselir, su üstünde kalır. Yok eğer insan ağır olursa suyun dibine batar. İnsanın nefsi olduğu müddetçe insan ağırdır, suyun dibine çöker.”. Seyda : “Bu sohbetten daha güzel bir şey yoktur. Bu çok büyük bir sohbettir” buyurdu ve kâhyasına dönüp, “Kesende ne kadar paran varsa bu sohbetin karşılığı olarak sofiye ver.” Kâhya baktı kesede beş altın mecidiye vardı. “Kurban beş mecidiye var” dedi. Seyda, hepsini sofiye vermesini emretti. Sofi almak istemedi, her ne kadar feryad ü figan edip ihtiyacı olmadığını beyan ettiyse de, Seyda, hayır alacaksın, senin bu sohbetin çok kıymetlidir. Gavs’ın başı için ne kadar para olsaydı kesede, tümünü sana verecektim” buyurdu.
Hakikaten insan nefsini gübre olarak mülâhaza etmedikçe su üstünde kalamaz. İnsan nefsini gördüğü müddetçe Rabbine kavuşamaz. Ne zaman nefsini öldürürse Allah’ına o zaman kavuşur.
İnsanı helâke götüren nefsidir. Firavun, Şeddad ve Kârun gibi ilâhlık davasında bulunanlar ve helâke gidenler, hep nefisleri yüzünden bu felâketlere uğradırlar, o hallere düştüler. Nefisleri büyüdü, büyüdü, sonunda ilâhlık davasına kalkıştı. Çünkü nefis kendinden üstün hiçbir varlığın bulunmasını istemez. Büyüyüp terakki edip elde etmek için hiçbir şey kalmayınca, haşa, Allah’lık davası etmeye başlar. İşte onlar da haddini aşmış, azgınlaşmış nefislerinin iddiasına uydular. Sanki Firavun kendisinin Allah olmadığını bilmiyor mu idi? Biliyordu tabii, söylediklerinin aslı olmadığını çok iyi biliyordu. Fakat maalesef büyüyen ve büyük iddialara kalkışan nefsine kendisi de uyuyordu. Çünkü nefsi, o kadar büyümüştü. Halbuki Firavun evveliyatında fakir bir kimseydi. Bir çobanın oğlu idi, babası çobandı. Kendisi ise bekçiydi. Bir gece inkilap yapıp padişahı öldürerek ve bir gecede padişahın sadık adamlarını ortadan kaldırmak suretiyle tahta geçtikten sonra nefsi azgınlaştı, büyüdü ve neticede başına büyük felâketler açtı.
İnsan biraz düşünsün ki Allah’ın azameti ve büyüklüğü karşısında ne kıymeti olabilir. İnsanın değeri, azamet-i Hüda karşısında bir pire kadar bile olamaz. Yaradılışına bir baksın neydi, nasıl meydana geldi, Allah (C.C.) kendini nasıl yarattı?
İşte böyle… İnsan kendi yaradılışını mülâhaza ederse azameti Hüda karşısında aczini daha iyi görüp daha iyi anlar. Nefsinin telkinatına kanıp kendini bir şey zannetmez.
Her şeyden evvel insanın kendini tanıması lâzım. Kendini tanımayan Allah’ı da tanımaz. Kişi kendini tanıması için evveliyatını düşünmesi lâzımdır. Allah’a karşı durumunu düşünmesi lâzımdır. Görecek ki insanın, azamet-i Hüda karşısında hiçbir kıymeti yoktur, bir pire kadar bile. İnsan kendi fakirliğini, aczini, biçareliğini görür ve bilirse Allah-u Teâlâ o zaman onu yükseltir, onu âli eder, ona mertebeler ihsan eder. Şayet insan kendini bir şey olmuş zannederse o insan yok sayılır.. insan kendini adam olarak görmemeli; nefsine bu payeyi vermemeli, vücudunu ve nefsini yok bilmelidir.
Her türlü günah, kullara yapılan zulüm ve hakaretin hepsi nefsten geliyor, onun büyüklük taslamasından ve kibrinden geliyor. Ne zaman ki insan fakirliğini, aczini, kendinden aşağı bir mahluk olmadığını (nefsani yönden) idrak etse, insanda kibir ve azamet kalmaz. İşte o zaman Allah’ın emirlerine göre hareket etmeye başlar.
Meselâ, insan bin kişilik bir kabilenin içinde tek başına bulunsa, onlara muhalefet etmeye, onlarla mücadele etmeye gücü yeter mi? Tabii ki yetmez. Onlara karşı biçare, kuvvetsiz ve zavallıdır. Dolayısıyla her emirlerine uymak mecburiyetinde kalır. Öyleyse azamet-i Hüda’ya karşı da insanın boynu bükük, mahzun olması lâzımdır. Kendinde kuvvet ve kudretin olmadığını bilmesi lâzımdır. Ve ona göre hareket etmesi her emre mutlaka uyması gerekir.
Allah dostları, Allah ehilleri, daima fakir ve mahzunlar arasında olmuştur. Sâdâtın nisbetleri fakir, nefissiz ve boynu büküklerin üzerine olmuş. Hulefa hep onlardan olmuştur.
Meselâ, Şah-i Hizne, o kadar fakir, abdal, kendi halinde imiş ki, diğer sofilerden hiç fark edilmezmiş, kimse kendini tanımazmış, molla olduğunu bile bilmezmiş. Ancak ârifler müstesna. Herkes onun garip bir sofi olarak bilir, değer bile vermezmiş. Hazret de öyleymiş. Büyüklerin kendi nefisleri için hiç çalışmaları olmazmış. Hazret’in Şeyhi Şeyh Fethullah kışın karda kızağa biner, köylere irşada giderken Hazret’i çağırarak kendisini çekmesini istemiş. Bu duruma Seyda’nın bazı hülefa ve sâlikleri itiraz etmişler, Hazret, Şeyhinin oğludur, onun için hatırını hoş tutması, onu incitmemesi, ona hürmet etmesi lâzım olduğu halde, nasıl olur da o kızağa binip keyif sürerken Şeyhinin oğlu zahmet ve meşakkatla kızağını çekiyor, demişler. Duruma muttali olan Şeyh Fethullah : “Üstadım Seyda, oğlunu bana teslim etti ve ben de böyle hareket etmeyi uygun görüyorum. Yok eğer size teslim etmişse bildiğiniz gibi yapmakta serbestsiniz” buyuruyor.
Şeyh Fethullah bilmiyor muydu, Şeyhinin oğluna hürmet etmesi, önünden kalkıp arkası sıra gitmesi lâzımdır? Tabii ki biliyordu. Fakat Şeyhinin oğlu kendisine hizmet edip de manevi değer kazansın, diye böyle yapıyordu. Kendisi âdâp ve erkânı terk ederek, ziyanına razı olarak Şeyhinin oğlunun istifade etmesini, Allah’a ulaşmasını, menfaat görmesini istiyordu. Ziyanı bana, kârı ona olsun, diyordu. Nitekim öyle de oldu. Hazret’in birkaç senelik hizmetinden sonra, Şeyh Fethullah, Hazret’i çağırıp, “artık sen yetişmiş bulunuyorsun, buyur, babanın makamına geç ve irşada başla” diyerek irşad makamına oturtuyor.
İşte böyle… Allah yolu hizmetle kazanılır, abdallık ve fakirlikle elde edilir, ağalık, pehlivanlık ve padişahlıkla olmaz.

Hiç yorum yok: